Geçen seçim dönemi birçok boyutuyla tartışılmaya devam ediyor. Bu tartışmalar içinde TİP özel bir yer tutacaktır, tutması da gayet doğal. Zaten Türkiye’de sınıf mücadelesi açısından yeni bir odak yaratacağı, sosyalizme prestij kazandıracağı iddiasının kendisi başlı başına bunu gerektirir.
Şu anki tartışmalar daha çok Emek ve Özgürlük İttifakı özelde de Yeşil Sol Parti’yle kurduğu pragmatist ilişki üzerinden sürüyor, bu da anlaşılır. Bu tartışmalar ideolojik-siyasi bir eksene oturmadı henüz. Asıl olarak ittifaka kazandırdı mı kaybettirdi mi ikiliği temelinde yürüyor. Elbette bu da ideolojik-siyasal muhteva taşımakta. Keza “Bize oy verecek kitle Yeşil Sol’un kitlesi değil” gerekçesinin kendisi ciddi bir ideolojik-siyasi duruşun ifadesidir.
Bununla bitişik olarak TİP’in işçi sınıfı, sınıf mücadelesi ya da sosyalizm konusundaki ideolojik tutumu, popüler siyasetin argümanlarına dayanan manipülatif rolü de bir o kadar önemlidir. Keza süreç boyunca TİP’in yaptığı tanımlar iddia ettiği gibi sosyalizme prestij kazandıran değil, onu kitlenin en geri bilinci açısından kabul edilebilir hale getirmeye yöneliktir.
TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın T24’ten Cansu Çamlıbel’le yaptığı röportaj bu açılardan çarpıcıdır. Baş o röportajda adaylarından Ali Ronay’a ilişkin soruyu “Beş kişilik bir işletmenin sahibi. Birisi kendisi, diğeri eşi, bir ortağı var, iki tane de sigortalı çalışanları var. Benim patron kategorime girmiyor. Bizim karşı olduğumuz ürettiğinden daha fazla tüketen patrondur. Toplumun tepesine çöreklenmiş yüzde 1’in, azgın azınlığın tanımı budur. Ürettiği kadar tüketemeyenler geniş anlamda işçi sınıfıdır. Ali Ronay da bence bu kapsama giriyor” şeklinde yanıtlıyor. Kendisini Marksist olarak tanımlayan biri açısından neresinden tutsanız elinizde kalacak yaklaşımlarla dolu cümleler bunlar.
Bir kere hem sosyalizmden neyi anladığını hem de kapitalizm ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi nasıl kavradığını açıkça ortaya koyuyor. Başka mecralarda da “Patronlar biraz daha az kazansın canım” manasına gelen cümleler sarfeden TİP temsilcilerinin durduğu yer esasında sosyal devlet anlayışı, Fordist birikim modeli ve Keynesyen politikalardır.
Bir Marksist açısından dile getirilenler emeğin korunması kapsamında dönemsel-taktik bir politika olabilir sadece. Fakat bunları sosyalizm diye sunmak, kavramları kafamıza göre eğip bükmek dışında bir anlam taşımaz.
Bunun bir niyet sorgulaması olarak anlaşılmayacağı açık, çünkü kendilerini sosyalist olarak tanımlayanlar açısından sosyalizmin A-B-C’si üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaştırılmasıdır. Siyasal karşılığı da mevcut kapitalist devlet aygıtının ilga edilmesi ve yerine “devlet olmayan devlet” diye tanımladığımız proletarya diktatörlüğünün kurulmasıdır. Siz sorunu getirip bölüşüm ilişkilerine bağlarsanız vahşi emek sömürüsüne dayanan, kendisini bu sayede büyüten sermayeyi ve onun kapitalist sistemini aklamış olursunuz. Marx’ın üretim-bölüşüm-mübadele-tüketim kavram dizisiyle ifade edilen kapitalist ekonomik bütünde, üretimin diğerlerinin belirleyeni-yapılandıranı olduğu vurgusunu es geçmiş, gerçeğe yabancılaşmış olursunuz.
Ali Ronay örneği üzerinden yapılan tanımlamalardaki sorun bununla da sınırlı değil. Adaylarının sınıfsal konumuna dair tartışmaları neredeyse hepsini işçi ilan ederek savuşturan TİP, bu arada işçi sınıfı tanımını da amorflaştırarak onun devrimci özünün nereden geldiği bilincini de bulandırma yoluna gitti. Esasında bir esnaf olan hatta küçük burjuvazinin üst katmanlarında yer alan, çalıştırdığı iki işçisiyle küçük patron vasfı kazanan Ali Ronay konusunda yukarıda alıntılanan sözler bu açıdan işçi sınıfını buharlaştırmanın başka bir ifadesidir. Burada sorun Ronay değildir. Ronay Marksist de olabilir, proleter sınıf ideolojisiyle de hareket edebilir. Mesele, onun temsil ettiği sınıfın nesnel gerçekliği ve tek tek bireyler değil de sınıf olarak taşıdığı özellik ve eğilimlerdir. Tam da bu noktada insanın aklına Baş’ın işçileştirdiği ancak nesnel olarak küçük patron olan Ronay’a dair Marx’ın şu sözleri geliyor: “Aşağı orta sınıflar, küçük imalâtçılar, dükkâncılar, zanaatçılar, köylüler, hepsi orta sınıfın parçaları olarak varlıklarının ortadan kalkmasını önlemek için, burjuvaziye karşı savaşırlar… bunlar gericidirler, çünkü, tarihin tekerleğini geri çevirmek istemektedirler”.
Baş Marksist olduğunu belirttiği için ona onun alıntılarıyla yanıt vererek devam etmek en doğrusu. Bu bahiste Marx işçi sınıfının diğer sınıflardan farkını şöyle anlatır ve Baş’ın buharlaştırdığı bu farklar da işin esasını oluşturur: “Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf… Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf… İşte bu özel sınıf proletaryadır.”
Elbette Marx nesnel olarak işçi olan herkesin bu vasıfları taşıdığı anlamında etmez bu sözleri. “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar” cümlesinde olduğu gibi nesnel olarak işçi olan herkes mistik bir şekilde insanlığın kurtuluşunun simgesi olamaz. İşçi sınıfı kendisi için sınıf olmadığı sürece hiçbir şeydir, bunu da sayısız kere ifade eder. Ama burada mesele bu değildir. Mesele sınıfı buharlaştıran, yerine yeni tanımlar getiren ya da onun ayrım noktalarını silikleştiren yaklaşımların çarpıklığına işaret etmektir. Bu tartışmanın farklı düzeylerde devam etmesiyse sosyalizm iddiası taşıyan tüm güçler açısından bir gerekliliktir.