“Bir rejim, halkın adalete inanmadığı noktaya gelmişse o rejim mahkûm olmuştur.”
Montesquieu.
*
Ne yazık ki böyle bir noktaya gelindi. “Yargı Bağımsızlığı ve Yargıya Güven” konusunda yapılan
anketler en az güvenilen kurum olarak yargıyı, adalet mekanizmasını gösteriyor. Güvenmeyenlerin
oranı her geçen gün yükseliyor.
Yargıya bu derece güvensizliğin asıl sebebi yargının siyasallaşması ve siyasetin emrine girmesi
gösteriliyor.
Adalet kavramı, uygarlık tarihi boyunca hemen her dönemde üzerinde en çok durulan ve hukukun
ulaşmak istediği bir amaç olarak var olagelmiştir, Antik dönemlerde bile adalet, en yüce erdemlerden
biri olarak görülmüştür.
İnsanlık ancak adalet sayesinde güven içinde huzur bulacağının ayrımına varmış ve bu yüzden bu
kavramın içini doldurmaya, sürekli güçlendirmeye ve tahkim etmeye çalışmıştır.
Adalet, yaşam içinde, toplumsal hakların tüm bireyler açısından yaşanabilir olduğu kapsamlı bir adalet
olarak tanımlanmaktadır.
Toplumun hava ve su gibi gereksinim duyduğu bu adalet, kişinin salt kendisine değil, tüm bireylere
istediği zaman anlam kazanır. Bu sayede toplum düzeni ve dengesi hukukla oluşturulur, adaletle de
yerini bulur.
*
Adalet kavramı gündeme geldiğinde imge olarak zihnimizde ilk şekillenen resim, adalet kavramını
simgeleyen o bir elinde kılıcı, diğer elindeki teraziyle gözleri bağlanmış mitolojik figür olan tanrıça
Themis figürüdür.
Themis, gözlerindeki bağcıkla adaletin dağıtımında kimseyi görmeden tarafsızlığını, elindeki kılıçla
adaletin gücünü ve keskinliğini, terazisiyle de adaletin dengeli dağıtımını gösterir bize.
Ne yazık ki gelinen bu süreçte Themis’in tüm bu özellikleri ve güzellikleri yok edilmiş ve elinden
alınmış durumda. Themis öyle bir hale dönüştürülmüş ki; göz bağcığını kenarından sıyırıp yargılananın
kim olduğunu görüp ona göre davranıyor. Terazisinde ayar bozulmuş, yargılamadan önce cezasını
kesiyor, sonra ona uygun bir suç uyduruyor. Kılıcını da zalimin emrine amade etmiştir.
Siyasi iktidar uygulamalarıyla halkın adalete güvenini yok etmiş durumda.
Yargı, egemenliği esas alarak devlet adına hukuka başvurarak düzenleyen mahkemelerin toplam
düzen sağlayan kurumudur ve bağımsızlığı esastır.
Özellikle siyası tutuklu ve mahkûmların çoğunun haksız-hukuksuz bir şekilde cezaevinde tutulmaları
bu güvensizliğin haklı gerekçelerini oluşturmaktadır. Öyle ki Türkiye’deki anayasal en yüksek yargı
organı olan Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlar bile –
bağlayıcı olmalarına rağmen- uygulanmamaktadır.
*
Her şeye rağmen meslek ahlakından taviz vermeyenleri, yargıçları tenzih ederek söylersek; yargı
bağımsızlığı olmadığından, siyasilerin baskı ve yönlendirmeleriyle karşılaşan yargıçların buna uygun
kararlar alma ihtimalinin yüksek olduğu da bir gerçekliktir.
Kendisini ‘hukuk devleti’ olarak gören ve bunu anayasasının olmazsa olmazı olarak tanımlayan bir
devlet, hakkın ve hukukun gözetilmediği, hukuksuzluğun pik yaptığı bir yapıya dönüşmüş durumda.
Adalet tüm yasaların omurgası gibidir. Adaletin olmadığı yerde hukuktan, hukuk devletinden söz
edilemez.
Adalet literatürü sanığın birilerini tatmin edecek biçimde ceza alması değil, sanığın adil bir şekilde
yargılanması ve suçlu bulunursa da adil bir ceza almasını işaret eder. Bu noktada ölçü: ‘Ne zulüm ne
merhamet, yalnızca adalet’ şeklinde olmalıdır.
Hukuk devleti deniyorsa adalet