Hrant Dink katledildiğinde aşağıda okuyacağınız yazıyı yazmıştım:
Hrant Dink’in ölüm haberini aldığımızda ilk aklıma gelen şu oldu; “Teşkilat-ı Mahsusa eylemlerine devam ediyor.”
Ben Ermenileri ilk kez yengemle tanıdım. Küçüktüm daha… Çok sevdiğim ve babamın ikizi olan amcam bir kadını sevmişti… Kadının adı Jozefin’di… Ermeni’ydi…
Bir hukukçu ve “demokrat bir insan” olarak bilinen dedemin bu evliliğe onay vermek için bir “şartı” vardı. Jozefin Müslüman olacak ve adı da Hülya olacaktı.
Çocuk aklım ile çözmeye çalışıyor ve daha o zaman bile bunun ne büyük haksızlık olduğunu düşünüyordum.
Yengeme, ailemizde dedem dışında hiç kimse Hülya demedi. O bizim hep sevgili Jozefin’imizdi. Ve hâlâ öyle olmaya devam ediyor.
16 yaşıma gelmiştim. “Sol” düşünceyle tanışmıştım. Bir gün Jozefin yengem ile Sedef adasının plajında idik. Yenge dedim, “Ermenilere çok zulüm yapıldı, değil mi?”. Yengem, endişe ile sağına soluna baktı ve “gel denize girelim” dedi. Kimsenin olmadığı bir yere kadar yüzdük ve denizin ortasında bana nasıl da acılı bir geçmişleri olduğunu anlattı.
Hrant’la birçok toplantıda, televizyon programında bir araya geldik. Onun toplantılarda yaptığı ince, duyarlı, kimseyi kırmamaya ve rahatsız etmemeye özen gösteren tavrına şaşırıp “bu kadar da olur mu?” dediğim çok olmuştur.
1.5 yıl önce, sevgili arkadaşımız Ayşenur Zarakolu adına İnsan Hakları Derneği olarak koyduğumuz “düşünce özgürlüğü” ödülünü Hrant’a vermiştik. Ödül töreninde yaptığı konuşmada Ayşe’nin Ermeniler için bir “Azize” olduğunu söylemişti. Gerçekten de Ayşe, Türkiye’de büyük bir tabu olan Ermeni Soykırımı konusunda ilk kitapları yayımlayan bir yayıncıydı.
Ben de şahsen bu konuda düşüncelerin çok açık olarak ifade edilmesinden yanayım.
Türkiye Cumhuriyeti devleti insanlara önce “yalan bir tarih” öğretiyor, doğruyu bulmaya çalışanları da ya çeşitli yöntemlerle susturuyor ya da kendi kendine “oto-kontrol” uygulayan bireyler haline getiriyor.
Artık oto-kontrolden vazgeçmenin, gerçekleri söylemenin zamanıdır. Ve gerçekleri söyleyenler çoğalmadıkça bu “zulüm” düzeni devam edecektir.
Çok açık bir gerçek! 1915’te yaşananlar soykırımdır.
Soykırımı uygulama kararı veren İttihat Terakki zihniyeti ve onun tetikçi örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın kalıntıları bir ulus-devlet kurmuşlardır. Ve ne yazık ki, bu devlet anlayışı ve uygulaması her zaman varlığını korumuştur ve korumaya devam etmektedir.
Bugün Hrant’a tetik çeken “iyi çocuk”un kimliğine baktığımızda, Teşkilat-ı Mahsusa’dan bu yana kullanılan tüm tetikçilere ne denli benzediği ortadadır.
Artık her şeyi açık konuşmanın zamanıdır. Ortada “karanlık bir örgüt” falan yoktur.
Dünden bu yana muhalif gazetelerde emekli tuğgeneral Veli Küçük’ün Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alpaslan Aslan ile çekilmiş fotoğrafları yayınlanıyor. Örgüt kendisini saklamıyor ki… Onlar son derece güçlüler… Çünkü bu devletin en güçlü, en tartışılmaz, en silahlı yapısının tam içinden besleniyorlar.
Bizim bir tek şansımız var. Başbakanı bile özgür olmayan bu topraklarda, dün Hrant’ın cenazesinde bir araya gelen insan selini gerçek bir sivil harekete dönüştürmek… Militarizme ve onun kanlı yüzüne karşı hep birlikte ve yüksek sesle haykırmak!
Umutlu olmak istiyorum!
Çünkü bu bizim tüm ölülerimize karşı borcumuzdur.
Bu yazının yazıldığı günden bu yana, önemli gelişmeler oldu. O günlerde henüz AKP ile Teşkilat-ı Mahsusa devleti arasında, böylesine “büyük” bir uzlaşma kurulmamıştı. Ve ben bu yüzden, “Başbakan’ı bile özgür olmayan bu topraklarda” gibi bir cümle kullanmıştım. Ancak o zaman Başbakan, şimdi Cumhurbaşkanı olan Erdoğan, bir dönem kendisini de kısıtlamaya çalışan, “o yapı” ile büyük uzlaşmaya gitti. Ve belki de istediği özgürlüğe kavuştu. Ancak bu “derin uzlaşma” bizim hanemize bir kez daha acı, baskı, şiddet olarak yazıldı.