Erdoğan TBMM’nin geri kalanını hangi motivasyonla harekete geçirebilir? Bir heykel gibi, hiçbir şey yapmaksızın, 31 Mart gecesine çakılmış olarak kalabilseydi Erdoğan’ın tılsımlı ‘sivil Anayasa’ vaadi belki de, bir işe yarayabilirdi. Ne var ki, Erdoğan durmaksızın hareket etmek zorunda. 1930’ların, 40’ların ‘durmayalım düşeriz’ sloganı sanki onun için icat edilmiş…
Erdoğan kararlı. Bulduğu her kürsüden “yeni Anayasa” diye bağırmaya devam edecek. Kendi tabiriyle “Türkiye’yi darbe Anayasasından kurtarmak” ona göre “milli bir görev[miş]. Evlatlarımıza (!) […] siviller eliyle yapılmış yeni bir Anayasa borcu var[mış],” ve “bu borcu ödemek için çalışmaya devam [edecekmiş].”
Gerçi, bu borcu “ödemeye” Erdoğan’ın gücü yetmez, yetmiyor. Her şeyden önce, yürürlükteki Anayasa, evet, değiştirilmesine izin veriyor ama, mevcudu tamamen ortadan kaldırarak, yerine, onun iddia ettiği gibi bambaşka bir Anayasa geçirilmesine, yani kendisinin ilgasına imkân vermiyor. Bunun ünlü “ilk üç madde”nin değiştirilmesinin akıldan bile geçirilemeyecek olmasıyla da ilgisi yok. İlk üç madde hiç olmamış olsa da, mevcut TBMM, mevcut Anayasa kendisinin ilgasına dair bir Anayasal yol içermediği ve mantıksal ve siyasal olarak içeremeyeceği için maddelerinin değiştirilmesine ilişkin hükümlere dayanılarak hukuken topyekûn bir değişikliğe uğratılamazdı. Mevcut TBMM, mevcut Anayasa dışına çıkmaksızın kendisini “aslî kurucu” ilan edemez. Bu durumda yapılabilecek şey “1982 Anayasası”nın kendi gösterdiği yoldan değiştirilmesinden, yani “darbe Anayasası”nın sözüm ona “sivillerce” tam boy rektifikasyonundan, önceki Anayasa değişikliklerinden öteye gidemez.
O yüzden palavra, lügat paralama beyhude. Yeni, sivil bir Anayasa -terimin Latince köküne, kökenine gideceksek- ancak “civil=sivil” olanlarca yapılabilir. “Sivil”, boynuna kravat dolamış demek değildir. “Sivil”, asker ve/veya ruhban sınıfından olmayan, “sınıf-u devlet” dışındaki herkes, sıradan insanlar, halk demektir; “halkın vekilleri” de değil, basbayağı halkın kendisi demektir. Dolayısıyla, eski Anayasa parlamento dışından kabaran bir halk hareketinin yarattığı bir sosyo-politik vakum içinde buharlaştırılmadıkça, değiştirilmiş “darbe Anayasası”nın, bu Anayasanın gösterdiği yoldan oluşturulmuş bir meclisçe değiştirilmesi “darbe Anayasası”na karşı “sivil Anayasa” yapmak olmaz, bu tür laflar boş gevezelikten, mugalatadan öteye gitmez.
Bunları enine boyuna tartışmaya bu köşe yetmez. Hem bu, Anayasa hukukçularının daha büyük bir yetkiyle (ve yetkeyle) tartışabilecekleri ve tartışmaları icap eden bir husus. Gene de bıraktığımız yere dönmeden önce Prof. Kemal Gözler’in “Aslî kurucu iktidar – tali kurucu iktidar ayrımı: TBMM yeni bir anayasa yapabilir mi?”* başlıklı makalesinde ileri sürdüğü tarihsel/hukuksal yaklaşımın bu konunun esaslıca tartışılması için güçlü bir teorik temel sunduğuna işaret etmek isterim.
Tutalım ki, yukarıdaki düşünce çerçevesi yanlış olsun ve “Erdoğan Paşa”nın dediği gibi “Gazi Meclis” J yaratana sığınıp “sivil Anayasa” yazma işine girişmiş olsun. Halen 599 üyeli TBMM’de AKP’nin 265, MHP’nin 50 sandalyesi var. 4 sandalyesiyle Hüda-Par onlara iltihak etse bile, elde var 319. Herhangi bir Anayasa taslağını 3/5 çoğunlukla referanduma götürebilmek için ek 31 vekil ayarlanmadan TBMM’den geçirmek söz konusu bile değilse, Erdoğan TBMM’nin geri kalanını hangi motivasyonla harekete geçirebilir? Bir heykel gibi, hiçbir şey yapmaksızın, 31 Mart gecesine çakılmış olarak kalabilseydi Erdoğan’ın tılsımlı “sivil Anayasa” vaadi belki de, bir işe yarayabilirdi. Ne var ki, Erdoğan durmaksızın hareket etmek zorunda. 1930’ların, 40’ların “durmayalım düşeriz” sloganı sanki onun için icat edilmiş…
O duramaz: Kent hayvanlarının kitlesel olarak katledilmesi gerekir. Milletin evlâdının, ana okulu çocuklarından başlayarak, Vahabî usullerine göre endoktrine edilmesi maksadıyla kurgulanmış “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ne maruz bırakılması gerekir. Evdeki çocuklarını doyuramayan, kahvaltı çantasına kuru ekmek bile koyamayan kadınlara “doğurun batıyoruz, bize asker lazım” diye çemkirmesi gerekir. Kamu hizmetlerine tahsis edilmiş ödenekleri keserken, gözdelerine üçer beşer maaş dağıtmaya devam etmesi gerekir. TSK’ye İHA, SİHA almaya, siparişleri damada, faturaları Mehmet Şimşek’e göndermeye devam etmesi gerekir. Erdoğan duramaz, o dursa, emniyeti, yargısı, ordusu, bürokrasisi duramaz. Birincisine doyamayan Kobanê Savcıları, ikinci Kobanê Davası’nı açıp sil baştan, o davaya sokamadıkları HDP vekillerine bir Tweet için 37’şer kere daha ağırlaştırılmış müebbet hapis ister… Ve bir gece yarısı 20 yıldır sümenaltında bekleyen “Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği” Resmî Gazete’de arzı endam eyler, “darbe ürünü” hiçbir şeye tahammülü olmayan “Erdoğan Paşa”nın, askercilik oynama hevesinin tıpkı İttihat ve Terakki’nin “sivilleri”, Talat ve Cemal Paşalar gibi asla tükenmeyeceğinin belgesi, bir 12 Eylül hortlağı gibi zuhur eder.
1983’te 12 Eylül darbecilerinin, ezdikleri halk hareketleri “bir daha asla” tekerrür edemesin diye çıkartıp kendilerini olağanüstü yürütme yetkileriyle donattıkları 2941 sayılı “Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu”nda hükümete bile tanınmamış yetkileri tek başına Cumhurbaşkanı’na bahşeden “Seferberlik ve Savaş Hali Tüzüğü” Erdoğan’ın “sivil Anayasa” edebiyatının asli işlevini kavramak açısından bir kılavuz değerindedir. Sadece “Tüzüğün” şu iki maddesine göz atmak Erdoğan’a “sivil Anayasa”nın neyi örtmek için lazım olduğunu anlatmak açısından yeter de artar.
“MADDE 7- (1) Cumhurbaşkanlığının görev ve yetkileri şunlardır:
- a) Seferberlik ve savaş hâli hazırlıkları ile seferberlik ve savaş hâlinde tüm çalışmaların koordineli olarak yapılmasını sağlamak.
- b) Mevzuatla verilen görevleri yapmak.
- c) Cumhurbaşkanı tarafından verilen diğer görevleri yapmak.”
“MADDE 24- (1) Cumhurbaşkanı, aşağıda belirtilen hâllerde genel veya kısmi seferberlik ilanına karar verir:
- a) Savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi.
- b) Ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması.”
İşte hepsi bu kadar: “Erdoğan Paşa” ne derse o. Güçlü bir halk muhalefeti, isterse tamamen barışçı bir sivil itaatsizlik halinde cereyan ediyor olsun, Erdoğan ve akıldanelerinin bunu “ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması” olarak değerlendirip “hak ve hürriyetlerin kanunlarla kısmen veya tamamen durdurulabildiği [seferberlik] hâli”ne hükmetmelerinin ve memlekete süngü ve sopa zoruyla egemen olmalarının önünde hiçbir engel bırakılmadığı bir durum “Anayasal” oldukça, “sivil Anayasa” Nihat Erim’in ünlü “şalı” gibi, ancak özgürlükleri örten bir cehennem şalı olabilir.
12 Mart 1971’de “partiler üstü” Başbakan olacak Prof. Nihat Erim, 1946’da tek parti hükümetinden duyulan derin hoşnutsuzluk halk protestolarına dönüşürken şöyle yazmıştı: “[…] sosyal bünyede derin rahatsızlık müşahede edildiğinde bunu gidermenin yolu, bir müddet için hürriyet ilahının üzerine bir şal örtmek ve yukarıdan aşağı bir otorite tesis eylemektir.”
Evet, muhalefet “bize ne Anayasa’dan demesin”, halkı apolitisizme sevk etmesin ama muhalefetin bütün kanatları, güç muhalefetteyken mevcut yasalar ve mevzuat Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle tutarlı olacak biçimde otoriter hükümlerinden temizlenmedikçe herhangi bir “Anayasa tartışması”nın kapısını açmayacağını kararlı bir biçimde ortaya koymakla yükümlü olduğunu da unutmasın.
Değilse, muhalefet, 31 Mart’ta Erdoğan yönetimine, ona son vermek kastıyla son yirmi yılın en ağır darbesini indirmiş olan halka rağmen Cumhurbaşkanlığı rejimiyle zımnen anlaşmış olarak görülecek ve işte asıl o zaman, öfkeli ve kararlı halk topluluklarının oluşturduğu muazzam enerji “çürümüş bir uzlaşma”ya feda edilmiş, çökmekte olan bir otokrasiye hayat öpücüğü verecek uğursuz bir “Büyük Koalisyon”un önü açılmış olacaktır.
_______________________
* https://www.anayasa.gen.tr/tbmm-yeni-anayasa.htm