Ülkemizde çok sorunsallık içeren bir “kavramsallaştırma” meselesi var. Ve bu karmaşanın çözülmek istenmemesi bir yana, kavramların kimlerin elinde neye dönüştüğü sorunu devam ediyor. Bugün bu karmaşa açıkça artık bir meşruiyet zemini, doğrusu bunu sermayenin çokça kullanması, sorunun nereden kaynaklandığını ve nasıl bir düzen olduğunu göstermeye yetiyor.
Mesela yıllardır bir Kürt sorunu var deniliyor, kimileri bunu ana temaları güvenlikçi politikaları etrafında tanımladı ki hâlâ da devam ediyor, bundan sonrası kimisi geri kalmışlığa bağladı, başkası bu geri kalmışlığın ekonomik faktörlerden ileri geldiğini savundu ve öyle ki bunun için bölgeye yatırım yaparsak sorun çözülür diye bir hayale kapıldılar. Ya da meselenin bir eğitim sorunu olduğunu söylediler, bölgeye yapılan gezilerden çıkarılan raporlara kadar hiçbiri sorunu doğru tanımlamaya yetmedi ve tanımlamalar sonucu kavramsallaştırmaların değişmemesi sorunu kangrenleştirdiği de açık.
Doğrusu meselemiz tam da burada başlıyor tanımlan-a-mayan bir gerçeklik var, hal buyken bu konuyla ilgili atılan hiçbir adım da yerini bulmadı. Ve hâlâ bu zeminde diretmek çeşitli sorunsallıklar da yaratmaktadır. Ve problem tam tanımlanmayınca çözüm geliştirmek de pek kolay olmadı, olmuyor. Zira problemin çözümü, tanımlanmasıyla doğru orantılıdır.
Ve mesele buyken, son yıllarda “yatırım” meselesi var. Herkesin ağzına pelesenk olmuş bu kavramı, bölgeye doğru yansımasına bakınca sonuçlara bakmak lazım sonra da bunun için yaratılan sebeplerin kendisine. Bölgede var olan çatışmalı süreçten boşalan köyler bir yana, biten hayvancılıktan tarıma, yaylaya çıkamayan halka kadar, hal buyken bugün yatırım adına yapılanlara bakınca, yine güvenlikçi barajlar, HES’ler, RES’ler derken bugün biyokütle meselesi var. Ve tabii son süreçten bakınca yatırım demek, doğanın kaynak konumuna taşınması demek olduğu anlaşılıyor artık.
Son yıllarda yenilenebilir enerji diye adından çok bahsettiren biyokütle enerji, Global Enerji ve Madencilik Ceo’su Atay Arpacıoğulları biyokütle için “temiz ve yenilenebilir” diyerek, gelip Mardin’in Derik ilçesine 2018’de 12 megavat enerji elde edecek santrali kurdu. Biyokütle enerji santrali, mısır ve pamuk saplarından elektrik üretiyor ve sözüm ona 30 bin konutun elektrik ihtiyacını karşılıyormuş. Ve bunu da ücretsiz sunuyorlarmış gibi bir “reklam” var ortada…
Derik demişken, Fırat kısmından ötürü Akdeniz iklimine yakın bir havası olduğundan tarımsal faaliyetin çok yoğun olduğu bir alan, öyle ki zeytinleri dahi ilaçsız ve organik olmasıyla bayağı bilinir. Fakat santral kurulduğundan beri ilçe halkı rahatsız, zira binbir emekle büyüttükleri zeytin ağaçları kurtlanmaya, çürümeye başlamış, bütünüyle hastalanmış durumda. Bunun yanında geçimleri özellikle zeytinden olan ilçede verim fazla olmayınca, ekonomide de sıkıntı baş gösteriyor. Bunlarla beraber hayvanlar da hastalanıyor, öyle ki geleneksel tarzda hayvancılık yapan halk, hayvanlarda hiç görmedikleri hastalıkların çıktığını dile getiriyorlar ve hayvanların ağaçlar gibi telef olduğundan şikâyetçiler.
Ve en önemlisi “yenilenebilir” demiştik sırf bunun için, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarını Destekleme Mekanizması’ndan 10 yıl destek verildiği söyleniyor. Yani 10 yılda yaratacağı felaketi kendini şimdiden açıkça hissettirmekte.
Dedik ya ülkemizde kavramsallaştırmada sorun var, yatırım adı altında güvenlikçi baraj, HES, RES ve bugün “temiz ve yenilenebilir” olduğunu dile getirip, biyokütle santrallerin yatırım olduğunu savunmak… Oysaki bu uygulamalarının hepsinin sonunda köyler boşalıyor, tarım arazileri yok oluyor, tarımsal üretim, hayvancılık bitmek üzere en önemlisi de bu gibi baraj ve santraller ile ağaçlardan, hayvanlara bozulan ekosistem, değişen havaya kadar ve toplum sağlığına kadar, her türlü sorunsallığa açık…
Ve son olarak, kavramlar demek, talan ve yıkım için meşruiyet zemini, bunun yanında sermayenin bile “temiz ve yenilenebilir” demesi, gerçekten düşündürtücü. Ayrıca unutmadan yenilenebilir enerji kavramı yıllardır ülkemizde teoriden pratiğe kadar tartışılıyor, fakat unuttuğumuz bir şey var bu gibi pratikler için şunu sormak elzem: “Kim için, ne için…”