10 yıl önceydi ama hâlâ hatırlayan vardır; diyetisyen Prof. Canan Karatay, şu malum “banka hesabınız terör örgütünün elinde” numarasıyla fena dolandırılmıştı. O günlerde Karatay, (bana sorarsanız kendi berbat durumunu aklamak için) psikoloji dünyasını epey meşgul eden bir ‘hipnoz’ iddiası ortaya atmış, “dolandırıcılarla telefonda konuşurken arkadan gelen telsiz sesleri ile hipnoz olduğunu” öne sürmüştü. Bir sürü tartışıldı o zamanlar. Ünlü bir uzmanın hiç unutmadığım bir yorumu vardı hatta, az önce gittim Google’dan buldum. Şöyle diyordu ‘uzman’ kişi: “Arka fonda telsiz sesi duyanlar hemen kendilerine ‘dur’ komutu versin ve ağızlarını çok hafif açarak ağızdan nefes almaya çalışsın. Korku anında nefes almayı unutup korku duygusunun yoğunluğunu artırırsınız. Oysa, ağzınız açık ve nefesi ağızdan alırsanız sakin kalmayı becerirsiniz. Telefondaki kişinin yönlendirme ve emir komutlarını duymaya devam ederken, gözlerinizi sol köşeden sağ köşeye doğru hareket ettirmeye başlayın. Karın boşluğunda oluşacak gerginlik, sıkışma ve korku hissini boşaltarak oto hipnoza girmekten kurtulmanızı sağlar.”
Nasıl diyor gençler; bla bla bla!
O zaman da bir şekilde yazmıştım, ortada psikolojik bir durum filan yoktu! Bu kişilerin ‘hipnoz’ filan dedikleri şey, aslında bal gibi devletle kurulan bir ilişki biçiminin yansımasıydı. Baskı rejimi altında bir ülkede yaşıyorsunuz; en küçük sebeplerden ötürü insanların cezaevlerinde süründürüldüğünü biliyorsunuz ve bütün bu işlerin telsiz sesleri fonuyla başladığını da defalarca izlemişsiniz. Her şey bu kadar basit aslında. Profesör değil, ordinaryüs profesör olsanız, zihniniz korku tarafından öyle bir iğdiş edilmiş ki, o sesi duyduğunuzda, “sen kimsin lan, ben bir yurttaşım, hele yanıma bir gel de kimliğini göreyim” deme cesaretini gösteremiyorsunuz; çünkü telsizin sahibi gerçekse, fena! Çok fena!
Ne dedi şimdi Ayşenur Arslan?
Ankara’daki patlamayı gerçekleştirenleri mi övdü? Hayır. Hatta tam tersini yaptı. O kadar tersini ki, asıl PKK’nin tepki göstermesi gerekiyordu. Arslan, yaklaşık 40 yıldır bu tür eylemlerden sonra çok sık dinlediğimiz kahve muhabbeti düzeyindeki komplo teorilerinden birini dillendirdi. Şöyle olabilir mi? Böyle olabilir mi? Bu kadar. Et pahalı olduğu için epeydir uğramıyorum ama bizim mahallenin kasabına takılsam şimdi, bundan daha renklilerini de söyleyebilir rahatça. Ben Gezi Parkı’nda gecenin bir vaktinde, sarhoş bir abiden Karayılan, Netanyahu ve Erdoğan’ın Tel Aviv’de bir araya gelerek yaptığı “Türkiye’yi bölme” planlarını dinlemiş adamım, bu ne ki?
Peki sonuç? Önce kanaldan kovulma, programın sonlandırılması, sonra gözaltı, soruşturma, vs… Bugüne kadar birçok bedel ödemişler de, geri adım atmamışlar da, falan da filan…
Peki, Antalya’da ne oldu?
‘Kanun Hükmü’ belgeseli, önce programa alındı, sonra çıkarıldı, sonra yine alındı. Sonra iktidar parmak sallamaya başlayınca yeniden çıkarıldı. Alınma gerekçeleri de çıkarılma gerekçeleri kadar berbatken, bu kez de Antalya Belediyesi iyice sıvadı ve 60 yıllık festivali iptal etti. Koskoca Antalya Belediyesi, “Tamam kardeşim, ben belediye tesislerinde, gerekirse arsalarda, domates tarlalarında yapacağım bu festivali” diyemedi. Zaten üç günlük ömrü varken yapmadı bunu üstelik. Üç günlük ömrü var, çünkü CHP bütün büyükşehir belediyelerini AKP’ye vermekte kararlı. Versin de zaten; bu ahmaklığın ‘sol’ olarak algılanarak bizi de töhmet altında bırakmasından bıktık usandık.
Yalnızca Antalya’da mı? Değil. Sistem şöyle işliyor birçok Ege il ve ilçesinde. Önce o yörede ne kadar tarikat filan varsa, “Sivil toplum örgütleri” adı altında bir bildiri yayınlayıp filan festivalin, filan konser ya da tiyatro oyununun “ahlaka aykırı” olduğunu ilan ediyor. Sonra işaret fişeğini gören Kaymakamlar filan devreye giriyor ve bir tane Allah’ın kulu çıkıp “Ben bu kentin seçilmiş belediye başkanıyım, halkın temsilcisiyim; ben bunu şu formülle yaparım, feriştahınız gelse engelleyemez” demiyor.
Devam ediyoruz. Sezgin Tanrıkulu ne dedi peki? Tek bir boş laf yok söylediklerinde, hepsi ispatlı kanıtlı. Kuşkonar’dan Güçlükonak’a her şeyi yaşadı bu topraklar. Ama yine bir ses yükseldi Yenikapı hizasından ve soyadıyla müsemma CHP sözcüsü Öztrak, anında bordadan attı Tanrıkulu’nu. En kabadayısı da, “canım olay 80’lerde olmuş” kıvamında savundu adamı. Sanki daha geçen yıl Servet Turgut helikopterden atılmamış de kahve sandalyesinden düşerek ölmüş gibi.
Sonuç: Tanrıkulu’nun dokunulmazlık dosyası şu anda Meclis gündeminde. Gerçi “Anayasaya da aykırı” ama… Bakalım, göreceğiz.
Peki, Merdan Yanardağ? Uzun bir Merdan Yanardağ/ulusalcılık eleştirisi yazmıştım; elimde patladı kaldı yazı. Ayıptır şimdi yayınlamak; Yusuf makamında olana kem söz edilmez. Ama şaka bir yana, ne dedi gerçekten Yanardağ? İmralı’da yasa dışı bir durum var; devleti yönetenler de biliyor bunu. Yasalar uygulansın dedi sadece adam. Sonuç ortada. Belki bu yazı yayınlandığında bırakılmış olacak ama ne anlamı var ki? Bir insanın ömrünün bir bölümünü çalıyorsunuz ve bunu bu kadar basit görünen bir sebepten ötürü yapıyorsunuz.
Say say bitmiyor, bitecek gibi de görünmüyor.
Ve hiçbirinin sebebi basit değil aslında. Her şey çok açık. Rejim, tam biat istiyor. Tam ve eksiksiz biat. Tek tek sayıldığında olaylar çok basit ve birbiriyle bağlantısız görünüyor ama öyle değil. Hepinize fondan telsiz sesi dinletiyorlar ve eliniz ayağınız kesiliyor. Daha kötü ihtimal ise şu: Siz de aslında sözde muhalifi olduğunuz anlayıştan çok uzakta değilsiniz; aklınızın temel çalışma prensipleri, devlet/yurttaş ilişkisi üzerine fikriyatınız, mevcut anlayıştan farklı değil. Karatay’ı ‘hipnotize’ eden telsiz sesi, sizin içinizde bir yerlerde mütemadiyen çalıyor. O yüzden ayıptır söylemesi nerenizden nefes alırsanız alın, bir işe yaraması mümkün değil.
Daha trajik olan ise, böyle pozisyon almanın, tak emredilince şak diye yapmanın bir kurtuluş olduğunu sanmanız. Asıl ahmakça olan bu. Çünkü bu, rejimi hiç tanımamış olduğunuzu gösteriyor.
Deneyin yine de canım. Belki bir işe yarar. Adliye nezaretinde tuvalete bile giderken hazırolda yürüyen Cemaatçi ikiz kardeşlerinizi gördük biz; paşa paşa yatıyorlar şimdi cezaevlerinde.
Ama baştan söyleyeyim; bizim koğuşlara yolunuz düşerse bir gün, hiç umutlanmayın.
Su yok su; anlıyor musunuz? Yağmurlu havada size su veren namerttir!