HDK Eş Sözcüsü Cengiz Çiçek ile Gezi ve Kobanê üzerinden önümüzdeki dönemi konuştuk: AKP-MHP iktidarını toplumsal mücadele dinamikleri açısından mağlup eden, Türkiye’de Gezi’dir, Kürdistan’da Kobanê’dir. O nedenle göğsümüzü gere gere ‘Gezi yenilmedi, Kobane düşmedi’ diyebilmeliyiz…
Deniz Bakır
Gezi Direnişi’nin yıldönümüne girerken, Kobanê Davası’nda HDP’li siyasetçilere ağır cezalar verildi. İktidarın yerel seçim yenilgisi sonrası gündeme gelen ‘yumuşama’ tartışmalarına bir yandan cezalar bir yandan da yeni seferberlik yönetmeliği eşlik etti. DEM Parti İstanbul Milletvekili ve HDK Eş Sözcüsü Cengiz Çiçek ile siyasi sistem tartışmaları ve görünümleri üzerine konuştuk. AKP-MHP rejiminin yaşadığı krizin güncel olduğu kadar tarihsel bir arka plana da sahip olduğunu vurgulayan Çiçek sistem karşıtı mücadelenin ihmal edilmemesi gerektiğini vurgulayarak “Mevcut rejimi ve yüz yıllık sistemi birlikte ele almak, tanımlamak ve ona göre pratik pozisyon almak oldukça kritik önemde” dedi. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan ‘Seferberlik ve Savaş Yönetmeliği’ üzerine de konuşan Çiçek, yönetmelik ve başka kanunlarda yapılan düzenlemeler ile yumuşama tartışmalarını birlikte ele ele alarak “Erdoğan’ın ‘yeni sayfa açalım’dan kastettiği tam da bu: rejimden usanmış ve 31 Mart seçimleriyle bunun mesajını en güçlü şekilde vermiş olan toplumun açmak istediği yeni sayfayı kapatmak ve kendi kara defterinin sayfalarını yazmaya devam etmek…” olduğu vurgusu yapıyor.
- Türk devlet ve siyaset mekanizmasında 2015’ten bu yana çeşitli değişiklikler yapıldı. Devletin asker merkezli işlediği MGK düzeni yerini Saray düzenine bıraktı. Tüm yetkilerin Saray’ın ve dolayısıyla bir kişinin elinde toplandığı bu yeni devlet mekanizması ‘polis düzeni’, ‘Saltanat’, ‘otoriter demokrasi’, ‘Tek adam düzeni’, ‘Faşizm’, ‘Milli Şef faşizmi’ gibi çeşitli tanımlamalar üzerinden tartışılıyor. Siz devletin ve siyasi sisteminin evrimini nereden ele alıyor, nasıl yorumluyorsunuz?
Bu tartışmalarda mevcut rejimin tanımlanmasını önemsemekle birlikte tek adam rejimine kilitlenmiş tartışmalarla kendisini sınırlayan ele alışları problemli bulduğumu söylemek isterim. Bu bir yönüyle ezilenler mücadelesinin önüne konulmuş tuzak gibi. AKP-MHP rejimi yüz yıllık ulus devletçi sistemin temel kodlarının sürdürücüsü olarak genel; toplumun ekonomik, sosyal, kültürel ve politik özgürlük alanlarını kuşatma kapasitesi itibariyle de özel bir alana oturuyor. Bu tespitte hemfikir olunduğunda toplumsal muhalefet açısından ikili bir görev karşımızda duruyor: Evet, mevcut iktidarı yıkmalıyız, yerine sistemin sürekliliğini sağlayacak başka bir iktidarın gelmesini de engellemeliyiz. İktidara karşı mücadelede, ulus devletçi sistem ve onun sınıfsal karakterini; sistem karşıtı mücadelede de iktidara yönelimimizi ıskalamayacağız. O nedenle mevcut rejim, Kemalist hareketin kurduğu tekçi-anti demokratik sistemin bir sürdürücüsü olarak sistemin içindedir, geneldir. Türkçülüğü siyasal İslamcı ideolojisine yedirerek ulus devlet krizini, içerde kuşatma, dışarda işgalci-sömürgeci yeni bir pozisyon alarak aşmaya çalışması itibariyle de özeldir ve halkların geleceği için çöküşü elzemdir. Örnek verecek olursam; Kemalist iktidar, kendi döneminde “bu coğrafya iki ulusa sığmaz” diyerek Dersim soykırımı için kolları sıvayıp, ulus devletin resmi sınırlarının içine yoğunlaşırken, siyasal İslamcı iktidar, adeta “Ortadoğu coğrafyası iki ulusa sığmaz” dercesine Afrin’i işgal edip fiili olarak kendi sistemine dahil ederek, devraldığı geleneğe yeni soykırım-sömürge alanları açıyor. Tam da bu nedenle mevcut rejimi ve yüz yıllık sistemi birlikte ele almak, tanımlamak ve ona göre pratik pozisyon almak oldukça kritik önemde.
Gezi ve Kobanê, Türkiye ve Kürdistan halklarının tarih yapıcısıdır, sistem güçleri karşısındaki mücadelede temel belirleyendir. Gezi ve Kobanê direnişleri, iktidarda tarihsel korkuyu hortlatan, güncel iki dinamik aslında
- Son yerel seçimlerde AKP-MHP ittifakı ağır bir yenilgi yaşadı. Kürt halkı kayyımlar üzerinden işletilen, asgari biçimsel demokrasinin bile askıya alındığı kolonyalist uygulamalara açıkça kırmızı kart gösterdi. Diğer taraftan batı yakasında da iktidarın gerileme tablosu açık bir kırılma boyutlarına ulaştı. İktidar ikinci parti konumuna düştü. İyimser yorumlara neden olan bu tabloya karşın DEM Parti başta gelmek üzere toplumsal muhalefete dönük siyasi kırım operasyonları devam ediyor. Kürt sorununu savaş parantezine sıkıştıran yaklaşımların devam ettiğini sınır ötesi operasyonlar ve hızlanan savaş diplomasisinden izliyoruz. Bu tablonun ortasında bir de CHP lideri Özgür Özel’in Erdoğan ve Bahçeli görüşmeleri ile siyasetin popüler kavramı haline gelen ‘Normalleşme’, ‘yumuşama’ tartışmaları yapılıyor. Siz bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
Evet, iktidar son seçimlerde ağır bir yenilgi aldı. Bu yenilgiyi birçok açıdan değerlendirdik ve değerlendirmeye de devam edeceğiz. Seçimin resmi okuması bağlamında iktidar bloğunu yenilgiye uğratan CHP’dir diyebiliriz. Ancak AKP-MHP iktidarını toplumsal mücadele dinamikleri açısından mağlup eden, Türkiye’de Gezi’dir, Kürdistan’da Kobanê’dir. Gezi’de ve Kobanê’de ortaya çıkan, demokrasi ve özgürlük ruhu, bilinci, mücadele birikimidir. Her iki kumpas davasında ağır “cezalar” vererek bu işin üstesinden geldiklerini kimler söylüyorsa büyük yanılıyorlar. Bence CHP’nin tırnak içindeki Gezi-Kobanê davaları duyarlılığı, bu gerçeğin farkında olmasıyla ilgilidir. Van’da ve 1 Mayıs’ta gösterdiği “hassasiyet”, Türkiye ve Kürdistan halklarının, dolayısıyla Gezi ve Kobanê’de vücut bulan ezilenlerin mücadelesinin tazyiki sonucudur. O nedenle göğsümüzü gere gere “Gezi yenilmedi, Kobane düşmedi” diyebilmeliyiz. Gezi ve Kobanê, Türkiye ve Kürdistan halklarının tarih yapıcısıdır, sistem güçleri karşısındaki mücadelede temel belirleyendir. Sistem mevcut iktidar eliyle kendisini uzunca bir süredir bu gerçeğe göre dizayn etmeye çalışıyor. Bu durumu geçenlerde Emek Partisi’nin ev sahipliğinde yapılan Ortadoğu Konferansındaki sunumunda Sayın Erhan Keleşoğlu çok iyi özetledi aslında. Keleşoğlu, sistemin toplumsal muhalefet, devrimci güçler karşısında güvenlik bölgeleri oluşturduğundan hareketle Türkiye sahasının birinci güvenlik bölgesi; Kuzey Kürdistan’ın ikinci güvenlik bölgesi olarak ele alındığından bahsetti. Aslında bu güvenlik bölgesi sunumu, aynı zamanda devletin, Türkiye ve Kürdistan halklarının birleşik mücadelesinden duyduğu tarihsel korkunun da çok iyi bir özetiydi. Gezi ve Kobanê direnişleri, bu tarihsel korkuyu hortlatan, güncel iki dinamik aslında. Yeri gelmişken belirtmek isterim ki Gezi ve Kobanê şahsında ortaya çıkan tarihsel iki mücadele damarını buluşturmak isteyen, bunun teorik ve pratik öncülüğünü yapan halklar Önderi Sayın Öcalan’ı, İmralı’da dış dünyayla tamamen iletişimsiz bırakan politika da bu akla dayanıyor. Sonuç itibariyle her toplumsal itiraza, arayışa iktidarın böylesine hışımla saldırması, resmi muhalefetin de “duyarlılık” kasması bundan kaynaklanıyor. Rojava ve Güney Kürdistan’da oluşturulan güvenlik bölgelerinin de Kürt karşıtı devletçi politikaların kapsama alanındaki genişlemeler ve bunun zorunlu kıldığı devletçi ittifaklar bağlamında iç siyasetteki tabloya mercek tutabiliriz. Özetle mevcut durumu, ekonomik, sosyal, siyasal kriz ortamında her geçen gün kabaran toplumsal öfke ve isyan duygusu karşısında iktidar eliyle “güvenlikçi” politikaları derinleştirme, resmi muhalefet eliyle de toplumun değişim arayışlarını sistem içinde tutma, yumuşatma, absorbe etme olarak nitelendirebiliriz. Ben kendi adıma bu durumu AKP-MHP iktidarının krizini de aşan bir Türk ulus devlet krizi olarak tanımlıyorum. O nedenle de sistemi ayakta tutan resmi kodlarla kavgalı olmayan her toplumsal mücadele, günün sonunda resmi limanlara sürüklenmekten de kurtulamayacaktır. “Evet bu iktidar değişmeli, ancak bu sistem de değişmeli” sözünü rehber edinen toplumsal-siyasal devrim perspektifini ayakta tutmak, bunun pratik yol ve yöntemini bulmak hem kazanımlarımızı korumak hem de sistemi köklü değişimlere zorlamak açısından vakti gelip geçmekte olan bir mevzu.
- Geçtiğimiz hafta iktidar Seferberlik ve Savaş yönetmeliğini yenilediğini açıkladı. Yenilenen yönetmelikte dikkat çekici bir çok başlık var. Bunları yorumlamanızı isteyeceğiz. Ancak öncelikle Bu değişiklik ihtiyacının nedenleri hakkında fikirlerinizi sorayım. Nereden çıktı bu değişiklik ihtiyacı?
Aslında devlet geleneği açısından baktığınızda zihniyette bir değişiklik yok. Olacaksa “Ankara muhalefeti, Ankara sosyalisti-komünisti, Ankara Kürdü olacak” aklının dönemin koşullarına, risklerine ve sistem içi güç ilişkilerine göre tekrardan güncellendiğini, düzenlendiğini görüyoruz. Aynı aklı Takrir-i Sükun kanununda da, 12 Eylül Darbesi sonrası çıkarılan Seferberlik ve Savaş Hali Kanununda, Tüzüğünde ve bu son yönetmelikte de görüyoruz. Devlet aklı bağlamında bir tutarlılık ve sürekliliğin olduğu apaçık ortada. Az önce de değindiğim gibi bu yüz yıllık devletçi korkunun bir tezahürü ve Sayın Öcalan’ın deyimiyle “kapitalizmin azami kâr ve kesintisiz birikim rejimiyle çözülmeye uğrattığı toplumu, ulus devletin aşırı şiddet örgütlenmesiyle zorla bir arada tutma arayışı” olarak açıklayabiliriz.
Özelde ise sistem içi iktidar kavgasında oluşan yeni denge durumu karşısında iktidar partisinin ve liderinin kendi tedbirleri olarak da yorumlamak mümkün. 12 Eylül Darbe Anayasası’nı bile neredeyse askıya almış iktidarın “Yeni Anayasa-Yumuşama” adı altında oluşturduğu gündemler, belli ki kendi iktidarına muhalefet karşısında zaman kazandırma amaçlı. Diğer taraftan da boş durmuyor. Etki Ajanlığı yasasıyla başta Kürdistan’daki işgal-soykırım politikaları ve Filistin soykırımı karşısındaki iki yüzlü politikasına rıza göstermeyenler olmak üzere, iktidarın politikalarını teşhir edenleri, karşısında dikilen yoksulları, emekçileri, kadınları, gençleri; özetle kendi muhaliflerini daha fazla kuşatarak, toplumu daha fazla sindirmenin, korkutmanın yollarını arıyor. Bu arada başka bir hamle daha yapıyor; belli ki bugüne kadar beslediği, finanse ettiği tarikatlar, cemaatler kendi rejiminin toplumsallaştırılmasında yeterli görülmedi. Yerel seçimlerde yaşadığı hezimetle birlikte buralara aktaracağı paraların da suyu çekilmiş gibi görünüyor. Bu durum karşısında ne yapıyor? İktidarda olmanın avantajıyla “kindar ve dindar nesil yetiştirme” işini kendisi doğrudan üstleniyor ve ÇEDES’ten sonra “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeliyle” eğitim müfredatında kapsamlı değişikliklere gidiyor. Özetle tablo şu: “Yeni Anayasa-Yumuşama” tartışmalarıyla resmi muhalefeti oyala; Etki Ajanlığı Yasasıyla eleştirel gücü sınırlandır, gazetecileri-demokratik kamuoyunu sustur; Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliğiyle Kürdü-toplumsal muhalefeti ez; ÇEDES ve Türkiye Yüzyılı Maarif Modeliyle de okuldan aileye, ideolojik olarak kendi toplumsallığını inşa et! İşte Erdoğan’ın “yeni sayfa açalım”dan kastettiği tam da bu: rejimden usanmış ve 31 Mart seçimleriyle bunun mesajını en güçlü şekilde vermiş olan toplumun açmak istediği yeni sayfayı kapatmak ve kendi kara defterinin sayfalarını yazmaya devam etmek…
- Peki, yönetmelik değişikliğinde savaş ve seferberlik yetkisi Bakanlar Kurulu’ndan alınarak Cumhurbaşkanı’na veriliyor. Bunu nasıl yorumlamak gerekir?
Kaderin bir cilvesi olsa gerek herhalde. Tabi ki kader değil ama tarih, Erdoğan’ı Mustafa Kemal’le buluşturuyor. İktidara gelirken ve iktidarın ilk yıllarında Cumhuriyetin ilk yıllarına atfen “tek adam dönemi, milli şef dönemi” diyerek höyküren Erdoğan, tam da kendisi bu duruma geldi. Bu da gayet normal bir sonuç. İdeolojik olarak birbiriyle kavgalı da olsalar Kemalizm ve Siyasal İslamcılık tıpkı başka ülkelerdeki benzerleri gibi ne anti kapitalisttir ne de anti emperyalisttir. Tersine Avrupa ve ABD’nin 20. yüzyıl koşullarında Ortadoğu’ya dayattığı ulus devletçi modelin milliyetçilikle tahkim edilmesinde icat edilen modernist olgulardır. Osmanlı’nın dağılma sürecinde ihtiyacı duyulan ulus devlet Kemalist harekete kurduruldu, Sovyetler’in dağılmasından sonraki süreçte ihtiyacı duyulan ulus devletçi sistemin restorasyonu da (Başkanlık sistemi dahil) Siyasal İslamcı hareket eliyle yapıldı. ABD emperyalizminin bölgedeki ihtiyaçlarına göre Türk ulus devlet sisteminin restore edildiği zaman diliminde, Erdoğan rejiminin aşırılıkları (tıpkı Kemalist rejiminin kendi dönemindeki aşırılıkları gibi), kendisini kuşatan, yalnızlaştıran, güvende hissettirmeyen karşı bir süreci de örgütledi elbette. O nedenle ilk elden diyebilirim ki savaş ve seferberlik düzenlemesinin bu yönetmelikle devam ettirilmesi, ulus devleti bekleyen krizlere karşı sistemsel bir önlemdir. Ancak bu sistemin ömrünün beşte birini iktidarda geçirmiş olan Erdoğan rejiminin aşırılıkları ve bunun sonucu olarak bürokraside ve toplumdaki Erdoğan hoşnutsuzluğunun geldiği düzey itibariyle de kişisel bir önlem olarak değerlendirilebilir. Nihayetinde hem iktidar-toplum ikilemine bakan hem de iktidar içi kavgalara bakan iki yönlü bir değerlendirme yapabiliriz.
- Değişiklikte dikkat çeken yanlardan biri de olağanüstü hâl (OHAL) dönemlerinde Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile meslekten ihraç edilen kişilerin yedek er olarak görevlendirilmesi oldu. Bu ne anlama geliyor? FETÖ dahil ‘vatan hainliği’ ile suçlanarak tasfiye edilen kesimlerin yeniden sisteme dahil edilmesinden, kontr-gerillanın reorganizasyonuna, oradan iktidar içi gerilimlerin olası sonuçlarına (MHP ile bir kopuşma) karşı hazırlığa kadar yorumlar var. Sizce bunun nedeni ne olabilir?
Tipik bir Erdoğan rejiminin yönetim tekniği olarak değerlendirebiliriz. Söz konusu olan rejimin kendini ayakta tutması ise bir günde “vatan hainliğinden ulusal kahramana, ulusal kahramandan vatan hainliğine” dönüşebilirsiniz. Erdoğan döneminin aşırılıkları derken kast ettiğim şeylerden birisi de buydu. Sistemi küresel kapitalizmin ihtiyaçları temelinde değişime uğratırken kendi iktidarını da pekiştirecek oyun alanları kurması hem ulus devlet içinde hem de küresel hegemon güçler nezdindeki ilişkilerinde gerilim hatlarını da hep canlı tuta geldi. Fethullahçılarla birlikte “askeri vesayete karşı mücadele”, sonrasında Fethullahçıların tasfiyesi ve “Yeni Türkiye ittifakı”; Kürt siyasetine siyasi soykırım operasyonları yaparken alanı tahliye ettirdiği Hizbul-Kontracılarla, Hüda-Parlılarla doldurmaya çalışması, Kobanê Kumpas davasında yüzlerce yıl “cezaların” verildiği gün, 28 Şubat hükümlülerini serbest bırakması… Bu örnekler çoğaltılabilir. Bunlar bir yönüyle kendi rejimini tahkim etme yolunda geliştirdiği pragmatist hamleler olarak okunabilir. Ama günün sonunda neredeyse arkasında kendisine güvenen kimseyi bırakmayan bir tablo da orta yerde duruyor. En çok kendisi bunun farkında. Bu yönüyle Erdoğan dönemini, geleneksel gladio yapılanmasından ve onun ilişkilerinden bir düzeyde kopuş yaşayan özel gladio dönemi olarak okumak, abartı sayılmamalı. Artık açık bir hal alan mafya-emniyet-yargı ağınıda bu bağlamda değerlendirebiliriz. Örneğin bu tartışmayı yaparken aklıma gelen bir deneyimimi aktarmak isterim. Özyönetim direnişleri döneminde ilk sokağa çıkma yasağı kaldırıldıktan sonra Cizre’nin mahallerinde dolaşırken boşaltılan okullara konuşlandırılmış her yaştan, saçı sakalı birbirine karışmış silahlı insanlar ve üzerlerindeki üniformaların sadece bir şeyleri örtbas etmek için iliştirildiğini düşündürten bir manzarayla karşılaşmıştım. İşte sonra benzerlerini Rojava işgalinde cepheye sürülen çetelerde de gördük. Bu esasında sisteme değil rejime-tek adama bağlı özel birlikler haline dönüştüklerinin de göstergesi. Emniyet içindeki teşkilatlanmayı ve neredeyse bir polis devleti gerçeğinin açığa çıkmasını da bu bağlamda değerlendirebiliriz. Şimdi bu son Yönetmelikle KHK’lerle ihraç edilenlerin yedek er olarak göreve çağrılması da aynı aklın bir tezahürü. AKP’nin vatan haini ilan ettikleri, ihtiyaç duyulursa vatana hizmete koşturulacak. Günü geliyor vatan haini ilan ediyor, günü geliyor vatan muhafazasına çağırıyor. Hem yargıç oluyor hem bağışlayıcı oluyor. Aileleri ile birlikte düşündüğümüzde yüzbinlerce insanın hayatıyla oynuyor, kaderlerini belirliyor. Biat varsa makbulsün, yoksa düşmansın. Buna, tam anlamıyla tek adam rejiminin imdadına koşma karşılığında affedilme desek daha doğru olur. Bu düzenleme bile tek başına önümüzdeki dönemde sistem güçleri arasında yeni krizlerin alameti ve yeni güç dizilişlerinin, ittifakların göstergesi olarak okunabilir.
Yeni yönetmelikle akla gelen ilk şey Rojava başta olmak üzere Kürt halkının kazanımlarına yönelik topyekün saldırı oluyor. Kürdü katleden, Türkü yoksullaştıran bu oyunu bozmak elimizde. Yol açık: Gezi ve Kobanê ittifakı
- Değişiklikte dikkat çeken vurgulardan biri de cumhurbaşkanının “ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli veya eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması durumunda” genel veya kısmi seferberlik ilanı kararı verebilecek olması. Bu değişiklik siyasi, sosyal ve ekonomik krizlerin eş zamanlı hale geldiği mevcut durumda devletin içinden ‘darbe’, toplumdan doğruda isyan, ayaklanma ve büyük çaplı toplumsal itirazların beklendiği ve buna hazırlık yapıldığı yorumlarına yol açtı. Bu yorumlara ne dersiniz?
Günümüz dünyasında neredeyse bütün ulus devletlerin korkusu bu. Sadece Filistin soykırımına yönelik küresel tepkilerden bile bunu çok rahatlıkla görebiliriz. Bir tarafta devletlerin buz gibi çıkarları, diğer tarafta her dilden, kültürden insanların isyan çığlığı. Bu, demokratik uygarlık ve sınıflı uygarlık arasındaki tarihsel savaşında dışa vurumu aynı zamanda. O nedenle savaşları, sadece kapitalizmin kendi krizini aşmak bağlamında değil “devrimlerin döl yatağı” bağlamında da değerlendirmeli. Ekim ve Rojava devrimleri bunun en tarihsel örnekleri olarak karşımızda duruyor. Yirmi yılı aşkın iktidarında topluma sistematik olarak savaş açmış, onu nefes alamaz halde bırakan rejimin böylesi bir toplumsal isyandan korkması kadar normal bir şey olamaz. Çünkü toplumu ne hale getirdiklerinin en çok da kendileri farkında. Van serhildanı bunun örneğiydi zaten. Bir ihtimal de rejim iktidar krizini ve sistemi içine sürüklediği krizi aşmak için tekrardan bir “Yenikapı ruhunu” yaratmak isteyecektir ilk fırsatta. Bu durumda haliyle akla gelen ilk şey, son yıllarda tekrarlandığı üzere Rojava başta olmak üzere Kürt halkının kazanımlarına yönelik topyekün saldırı dalgası oluyor. Kürdü katleden, Türkü yoksullaştıran bu oyunu bozmak da bizim elimizde. Yol açık: Gezi ve Kobane ittifakı temelinde büyük örgütlenmek, büyük düşünmek ve büyük kazanmak.