Cumartesi sabahı uyandığımda kalbimin iki parçaya bölünüp iki ayrı yerde olduğunu hissettim. Bir parçası cezaevindeki süresiz dönüşümsüz açlık grevinde iki ayı çoktan geride bırakmış, artık ağır sağlık sorunları yaşayan Leyla Güven’in ve milyonlarca Kürdün talebi olan Abdullah Öcalan üzerindeki tecridi protesto amacıyla Amed’de düzenlenen ‘Demokrasi, Özgürlük ve Adalet’ mitingi için yola çıkmıştı, diğer parçası ise katledilişinin 12’nci yılında Hrant Dink’i anmak için onun 19 Aralık 2007’de vurulup düştüğü yere gitmeye hazırlanıyordu.
Yine de kalbimin bu iki parçasını birbirine bağlayan bir şey vardı. Bu da ‘tecrit’ kavramıydı. Abdullah Öcalan üzerinde senelerdir uygulanan tecrit, sadece onu susturmak, sesinin duyulmasını engellemek, ailesi, avukatları ve iletişim kuracağı siyasilerle bir araya gelmesinin önüne geçmek amacını taşımıyor. Devletin bu uygulamayla hedeflediği şey bir halkın taleplerini, barış, özgürlük ve adalet beklentisini tecrit etmek. Yani bir anlamda Kürt halkını tecrit etmek. Bu bununla da kalmıyor, aslında Türk halkı da yaşadığı coğrafyanın tarihinden, kültüründen, gerçekliğinden ve bir arada barış içinde yaşama imkânından tecrit ediliyor böylelikle. Hamasi, tekçi söylemlerle kendi yalnızlığına mahkûm ediliyor. Bu ülkedeki ulus devlet otoritesi halkları birbirinden kopararak tecrit ederken, Kürtler kadar Türklerin de geleceğini eskimiş bir paradigmaya sığdırmaya ve orada tecrit etmeye çalışıyor.
Aynı şey Hrant Dink suikastiyle de hedeflendi. 1915’le yüzleşemeyen, yüzleşmekten imtina eden devletin oluşturduğu çoğulculuk düşmanı ideolojik iklimde, Ermeni meselesinin çözümü için yol açan bir isim olan Hrant Dink’in susturulmasının amacı, yine bu eskimiş paradigmayı güçlendirmekti. Yine sadece bir kişinin susturulması değil, halkların birbirinden tecrit edilmesi, bu ulus devletin sınırları içinde hakim ulus olduğu fikrinin dayatıldığı, Türk toplumunun yine coğrafyasının gerçekliğinden koparılıp saplantılı bir ulusçulukta yalnızlaştırılması istenmişti.
Bu anlamda milliyetçi söylemler hamasi bir saldırganlıkla yönelse de, tecridin kaldırılması talebi ile açlık grevine yatan Leyla Güven de, Cumartesi Amed’de İstasyon Meydanı’nda ve İstanbul’da Osmanbey’de bir kaldırımda toplanan insanlar da sadece tek bir halkın değil, bu coğrafyadaki bütün halkların bu yalnızlaştırılma, tecrit edilme politikasından kurtulması için ses çıkarmış oluyordu.
Tecridin birincil amacı halkların yalnızlaştırılmasıysa, bunun doğal sonucu da barışın inşasının önüne geçmektir. Savaşın ve halkların birbirinden koparılmasının, bir yönetim biçimi olduğu, iktidar ve rant sağladığı, toplum mühendisliğine yaradığı yerlerde medya üzerindeki sansürle başlayan istibdat, cezaevlerindeki tecrit ile daha üst bir aşamaya geçer. Geçen hafta yüzüncü ölüm yıldönümlerinde anılan sosyalist devrimciler Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in gözaltında katledilişleri de, Mussolini döneminde Marksist felsefeci Antonio Gramsci’nin 10 yıl boyunca hapishanede susturulması da hep bu tecrit ve halkları birbirinden koparma politikasının uygulamaları olmuştur. Zaten Gramsci cezaevine atılırken, iktidar sahipleri ‘bu zekâyı susturmalıyız’ diye açıkça ifade etmiştir amacını.
Tecrit politikası ile amaçlanan sadece bugün değil gelecekte de devletin tekçi ideolojisini korumak, bugün kadar geleceği de karartmak, halkları bugün değil gelecekte de birbirinden uzaklaştırıp, ülkenin çoğulcu vizyonunu unutturmaktır. Barış seslerini susturmak gelecek kuşakları da mutlu ve özgür bir yaşamdan mahrum etmeyi hedefler. Her tecrit yeni tecritlerin, her soykırım yeni soykırımların yolunu açar. Geçen cumartesi Hrant Dink anmasında Agos’un balkonundan seslenen Filiz Ali de –onun da babası, değerli edebiyatçı Sabahattin Ali resmi bir suikastle susturulmuştur- tam da bunu vurguluyordu konuşmasında. Bu anlamda tecridin kaldırılması için mücadele, soykırım gerçeğiyle yüzleşme, gelecek kuşaklar için de verilen bir mücadeledir.
Geçen hafta Çağlayan Adliyesi’nde bir kez daha hakim karşısına çıktım. Efrîn savaşı sırasında ifade ettiğim barış taleplerim, savaşa karşı çıkan söylemlerim nedeniyle yargılandım. Savcının mütalaasına karşı yaptığım savunmamda da bu noktaya değindim, barış talebimizi sadece kendimiz için değil gelecek kuşaklar için de seslendirdiğimizi ifade ettim.
Türkiye özel bir süreçten geçiyor. Yargının birincil işlevi ülkedeki muhalif sesleri susturmak oldu. Bu yüzden de mahkemelerde yapılan savunmalar aynı zamanda cezaevlerinde tecrit edilen, yasaklarla ya da ana akım medyanın sansürü ile duyulmaz kılınan seslerin kayıtlara geçmesini sağlayan önemli bir işlev yüklendi.
Ben de savunmamda barış talebimden bir an bile geri adım atmadan kendimi açık yüreklilikle savundum, dile getirdiğim görüşlerime sahip çıktım, sesimin tecrit edilmesine izin vermedim. Elbette kendi durumumu senelerdir cezaevlerinde en ağır tecrit koşulları altında tutulan insanlarla eşitlemiyorum. Ancak burada savunmamdan bazı alıntılar yapmayı istiyorum. Çabalarımız bu karanlık dönemde barış seslerini kayda geçirmek ve birbirimize cesaret aşılamaktır.
Savunmamda yer alan bazı ifadelerim şunlar oldu:
“Ben burada karşınızda sadece düşüncelerini açıklama hakkını Anayasa’dan alan bir yurttaş olarak durmuyorum. Aynı zamanda bir gazeteci ve bir barış savunucusu olarak burada bulunuyorum. Mesleğim zor zamanlarda da halkın haber alma hakkını savunmamı gerektiriyor. Barış Vakfı’nın kurucu üyesi olmam ise haberciliğimi barış yararına sürdürmeyi emrediyor.(…)
(…) Eğer gazeteci olarak yaptığım sosyal medya paylaşımlarımın zincirleme olduğu görüşü kabul edilecekse, bu haber nitelikli paylaşımlarımın yanı sıra bir Barış Vakfı yöneticisi olarak yaptığım yorumlar amacımın ne olduğunu net olarak anlaşılır kılacaktır.(…)
(…)Amacım savaşlarda öncelikle sivillerin ölmesini engellemektir. Barış savunuculuğum bunu gerektirir. Sayın Savcı’nın mütalaasında ikinci sırada yer alan tweet’im bu konudaki hassasiyetimi dile getirmektedir ve zincirin en önemli halkasıdır. Efrîn’de 800 bin sivilin yaşadığı olgusal bir veridir. Tam da bu tweet benim amacımı net olarak ifade etmektedir: Siviller ölmesin. Diğer bütün tweet’lerime bu paylaşımım bağlamında bakılmasını isterim.
Ben savaşların sadece savaş doğurduğunu, savaş ile barışın kazanılamayacağını savunurum.
Torun sahibi bir insan olarak, torunlarımın kuşağının kin tohumları atılarak heder edilmesini istemem.(…)
(…)Barış sadece bizlerin değil, çocuklarımızın, torunlarımızın da hayatı için gerekli ve elzemdir.
BM, savaş propagandasını suç sayarken, barışı savunmayı insani bir sorumluluk olarak nitelendirmiştir.”
Evet, tecrit politikası her yerde bizi susturmayı, sesimizi kısmayı hedeflemektedir.
Cezaevlerindeki tecrit, dışarıya, sokağa, günlük ilişkilerimize de yansımaktadır.
Bu yüzden hayatın her alanında susturulmaya karşı çıkmamız, anayasal bir hak olan görüşlerimizi özgürce açıklama imkânını yaşatmamız gerekiyor.
Hücrede, hakim karşısında, gazete sayfasında, sokakta, komşularımızla sohbette, miting meydanlarında ya da bir kahvede sesini sakınmadan çıkaranlar, kendisini özgürce ifade edenler, birbirine cesaret aşılayanlar, halkların arasına, gelecek kuşakların önüne çekilmek istenen bu tecrit duvarını tuğla tuğla yıkacaktır. Tecride cesurca ve fedakârca direnenlerin tavrı örnek teşkil etmelidir.