Tecrit, üzerine düşündükçe insanı içine çeken bir kavram.
İster mitolojiden, ister devletçi uygarlık geleneğinden; nereden bakarsanız bakın her yerde bir şekilde var olan bir kavram ile karşılaşıyoruz.
Bu kavramın kendine has bir mantığı var.
Tarihsel formasyona giren, mekan ve zaman üzerinden işleyen, ölüm/yaşam siyasetini çerçeveleyen çok katmanlı bir mantık bu!
O anlamda tecrit, her şeyden önce ‘kendinde şey’ olan bir mesele.
Tecrit kavramının şu an yeryüzünde en fazla anıldığı, güncel olduğu parça Türkiye sanırım.
En azından 7 ülkeden, 36 kişiden oluşan Tecride Karşı Uluslararası Delegasyon, İmralı’daki tecride ilişkin Amed, Ankara ve İstanbul’da temaslarda bulunması bunun bir göstergesi.
25 Ocak’ta başlayan çalışmada delegasyon üyeleri üç ayrı kentte yaptıkları onlarca görüşme, temas ve gözlemlerini bugün İstanbul’da bir forum ve basın metni ile tamamladı. Bu çalışmada başta Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) olmak üzere, HDP ve ilgili yapıların büyük emeği var. Önemli bir çalışma gerçekten.
7 ülkeden avukat, aktivist, siyasetçi gelip tecrite ilişkin saha çalışması yapıyor, görüşmeler alıyor, binlerce sayfa durum notu tutuyor; fakat sorsan iktidara ve ilgili bakanlığa; kesin bir dille reddediyor.
Daha da somutlaştırmak adına geçen yıldan bir gelişmeyi hatırlamak faydalı olabilir.
29 baroya kayıtlı 775 avukat, 10-17 Haziran 2022 tarihleri arasında avukat ziyareti gerçekleştirmek talebiyle Bursa Cumhuriyet Başsavcılığına yaptığı başvuruda bulundu. Ardından 14 Ağustos’ta Demokrasi ve Dünya İnsan Hakları İçin Avrupa Avukatlar Birliği (ELDH) öncülüğünde, 22 ülkeden 350 Avukat Sn. Öcalan ile görüşmek için Adalet Bakanlığı’na mektup gönderdi. Ve son olarak Fas, Filistin, Federe Kürdistan, Irak, Lübnan, Mısır, Kuzey ve Doğu Suriye ile Ürdün’den 756 avukatın Adalet Bakanlığı’na İmralı için başvuruda bulunduğu duyuruldu. Yani dünyada 30’un üzerinde ülkeden 2 bin avukat tecrit olduğu gerekçesi ile İmralı başvurusu yapıyor.
Fakat Adalet Bakanlığı böylesi bir gelişmenin ortasında bile tecrit yok diyor, bir açıklama gereği bile duymuyor.
Bu durum, tecride ilişkin “inkar repertuarını” karşımıza çıkarıyor.
Bu gerçek, aynı zamanda, acil görev olarak ele alınması gereken de ilk gerçek oluyor.
Tecrit bir inkar mekanizmasıdır.
Ve bugün bu durum çok daha rahat olabilmektedir.
Bunun tehlikesi nedir?
Şudur: İnkar olduğu sürece, imha sürecektir.
Delegasyon temaslarına geri dönersek, bugün açıklanan kısa raporlar ve sonuç metninden de görüldüğü üzere İmralı benzersiz bir rejim ve hukuk altında. Mutlak iletişimsizlik halinin vuku bulması ve artık anılması da bundan ötürü. Dolasıyla mutlak iletişimsizlik ve işkence sistemi lağvedilmeden Kürt sorunu ve ona bağlı katmerleşerek artan yoksulluk, açlık, göç ve mültecilik, kadın, kültürel erezyon ve savaşa bağlı ortaya çıkan ekolojik yıkım gibi sorunların çözülmesi mümkün değildir. O nedenle Türkiye’nin demokratikleşmesi meselesinde ve sorunların kalıcı çözümü bağlamında İmralı Adası’ndaki durum kritik önemdedir.
Tecrit ile ilgili, bugünkü uluslararası forumdan da yola çıkarak, birkaç şeyi özetle ifade etmek istiyorum.
Birincisi, kavram olarak tecridi, evet kavram olarak tecrit, daha çok tartışmamız gerekiyor.
Yeterince bilince çıkan bir fenomen olduğunu düşünmüyorum şahsen.
Belki şöyle ifade etmek daha doğru olabilir:
Her dönemin kendine has bir görme ve söyleme rejimi vardır.
Bir dönemin tüm fikirleri söyleme rejimini oluştururken, bir dönemin her şeyi de görme rejimini oluşturur.
Çünkü bilgi dediğimiz şey, görmek ve söylemektir.*
Bilgi, görme ve söylemenin birleşmesi, bağıntısıdır. Haliyle bilgi, bir pratik işidir.
Bu kabullerden yola çıkarak, bu dönemin kalbinde yer alan ‘tecrit’e dair duruşumuz, bilgi noktasında eksikliğe işaret ediyor, çünkü pratikleşmediği gün gibi ortadadır.
İkincisi, aksı değiştirmeden, bilgi üzerinden devam ettiğimizde başka bir sorun ve bağlam ortaya çıkıyor.
O da iktidar olgusudur. Bilgi, iktidar mefhumunun çekirdeğidir.
İktidarın bilgisi, iktidara dair bildiğimiz ‘şeylerden’, ‘bilgilerden’ bağımsız değil.
Klasik bağlamda iktidar deyince şiddeti kullanan, bastıran, zorlayan, katılığı ile akla gelir.
Fakat iktidarın ruhu bu değil. Taa 18.yy’daki bio-iktidar hikayesinden bugüne iktidar, başka bir spekturumda hareket ediyor. İktidar bugün bastırmıyor, kaba baskı ve şiddetten çok daha korkunç şeyler söylüyor: Şekillendiriyor, oluşturuyor.
Susturmuyor, tam tersine konuşturuyor, normalleştiriyor. Yönetiyor, disipline ediyor.
Evet, akışkan bir form olarak iktidar böyle bir şey.
Bu anlamda “iktidar – bilgi (görmek/söylemek) – tecrit” üçgeni üzerinden şuraya varırız:
Tecrit, bir belirsizlik rejimi değildir. Nettir.
Belirsizlik bizim görme ve söyleme rejimimizdedir.
Dönemin ruhuna yerleşen bilgiyi, sorunu, net olarak görememe, o bilgiye vakıf olamama halimizdedir.
Hasılı, tecrit bilgisi diyebileceğimiz konuda yoğunlaşma meselesidir.
Sonuç olarak,
Bugün forumda adalet nöbetindenden anneler söz alırken, şunu dediler:
“Elimizi kırsalar dilimiz var, dilimizi kesseniz gözümüz var.”
Metaforik olarak annelerin ifade ettiği ‘dil, göz’ yani söylemek ve görmek, tam da belirttiğim rejimlere denk geliyor. Bu hakikatin çok sade denk gelişidir.
Öneri olarak; forum, paneller, çalıştaylar daha çok gereklidir denilebilir.
Daha çok konuşmak ve yazmak, görülen; görmeyi engelleyenlere karşı yeni kanallar üzerinden zorlamak icap ediyor.
Tecrit, tüm zorluk ve dayatmalarına rağmen önemli bir direniş alanı da olmaya devam ediyor.
Bunu ön plana çıkarmak da bir diğer ahlaki sorumluluktur.
_____
*Gilles Deleuze – Bilgi, Foucault Üzerine Dersler, Otonom Yayıncılık.