Yıllar içinde dönüştürülen toplum ağır bir kriz içinde kasıldıkça adeta safra atıyor. Her gün bir yerden, kışkırtılan ama krizi durdurulamayan “erkekliğin” cinnet haliyle karşılaşıyoruz. O kadar ileri boyutlar kazanıyor ki bu, bir erkek “evin reisi” ünvanına da uygun olarak sahibi olduğunu düşündüğü çocuklarını gözünü kırpmadan katledebiliyor; sırf eşi kendisini terk etti diye!.. Bir baba, kızını “Erkek arkadaşı var” diyerek boğarak öldürebiliyor! Bir adam kendisinden ayrılmak isteyen kadını sokak ortasında kafasına mermi sıkarak öldürürken adeta “Devlet görev verdi, aileyi dağıtan kadının hakkı ölümdür” dercesine soğukkanlıca… Ardı ardına yaşanan komşu kavgalarında silahlar konuşabiliyor, ölümler yaşanabiliyor. O kadar ki hastanelerin acil bölümleri silahla taranabiliyor! Hayvanlar canice katledilebiliyor! Bir adam, tarım aletiyle öldürdüğü köpek konusunda “Yasa çıkmadı mı?” diye sorarak kendisini savunabiliyor.
Örnekler o kadar çok ki! Net olan, Marx’ın “(…) bir kutuptaki zenginlik birikimi, aynı zamanda, öteki kutuptaki … sefalet, acı, kölelik, cehalet, vahşileşme ve manevi bozulmanın birikimidir” sözlerinin güncel izdüşümüyle karşı karşıya olduğumuzdur. Şiddetin olağanlaşmakla kalmayıp toplumsal ilişkilerin belirleyeni haline gelmesinin temel dinamiğinin de bu gerçek olduğudur.
Sistem, kendisinin yarattığı bu çığırından çıkma halini kendi beka davasına katmak için didinip duruyor.
Bunun politikleşmiş haliyse korkunç! Hiçbir gelecek tahayyülü kalmamış gençler, ırkçı-faşist bir insanlık düşmanı olup çıkabiliyor. Sakaryaspor taraftarları Amedspor’la olan karşılaşmaya yüzlerine kontrgerilla maşası bir katilin, uyuşturucu kaçakçılığından kumarhane haracı yemeye kadar bulaşmadığı pislik kalmamış psikopat bir tetikçinin maskesini takarak gidebiliyor. Tepkiler üzerine gözaltına alındıklarında AKP İl Başkanı çıkıp “Yanlarındayım” paylaşımı yapma cüreti gösterebiliyor.
Kürt işçiler; Samsun’da, Nevşehir’de, Balıkesir’de ardı ardına ırkçı faşist güruhların öldüresiye saldırılarıyla karşı karşıya kalabiliyor. Kürtçe halayın, direniş sembollerinin, renklerin düşman ilan edildiği, çizilen makbul sınırları kabul etmeyen tüm Kürtlerin “terörist” ilan edildiği bu güncel gerçeklik, bize bir dönemin kapandığını, çoktan kapıları açılan “yeni” dönemin çatısının çakılmaya başlandığını gösteriyor. Meclis’te dökülen kana faşist bir çete liderinin o çakarlı araçlarla dolaşmasının eşlik etmesi ise bu “yeni”nin başka bir çarpıcı fotoğrafı oluyor.
Çakılan çatının en çarpıcı fotoğrafı Ahlat Sarayı’nda yapılan son toplantıyla verildi. O özel fotoğrafın toplumsal hayattaki karşılığı saydığımız örneklerle giderek netleşiyor. Çağın gereklerine göre yeniden örgütlenen birikim yani yeni sömürü modeli ve onun bekçiliğini yapacak rejim-devlet biçimi böyle bir sentez üzerinden yükseliyor.
Murad edilen bu sentezin dışına çıkan herkes ise düşman ilan ediliyor. Bunu anlamak için sadece son dönemde yaşanan işçi direnişlerine bakmak kâfi! Erdoğan’ın danışmanlarından Ayhan Oğan’ın kaleme aldığı son yazıdaki “…devlet not eder. Gayrimeşru kalkışmaların başı çok sert ezilir” tehdidinin sadece AKP karşıtlarına ya da burjuva muhalefetin uçlarına değil; asıl olarak ayak sesleri duyulan işçi isyanlarına, sistem dışına çıkabilecek tüm toplumsal direniş dinamiklerine, potansiyel isyanlara dönük olduğunu söylemek abes olmaz sanırım.
Çünkü giderek çoğalan ve yayılan işçi direnişleri, en fazla canlarını sıkan mevzulardan.
Erdoğan’ın “Türkiye’de yasaklar, baskılar, yoksulluk tamamen geride kalmıştır” dediği noktada birçok il ve iş kolunda işçi direnişleri yaşanıyor. Sonra birileri uyarmış olmalı ki, bu sözlerine ayar vererek bu sefer de “Milletlerin hayatında ekonomik sıkıntılar olur. Ekonomik zorluklar gelip geçici” şeklinde değiştirdi. Değiştirmek zorunda kaldı, çünkü her yerden açlığın uğultuları geliyor ve en çok korktukları bu sesi “beka” söylemleri, histerik ırkçı şoven nutuklar, “çelik kubbe” fantezileri, yeniden raflardan indirilen “kızıl elma kardeşliği” safsatalarıyla yanlarına çekmek onlar için bir taşla iki kuş vurmak anlamına geliyor.
Bu sesi büyütmeye çalışanlara karşı nasıl bir tutum sergiledikleriniyse sadece son birkaç işçi direnişinde sergilenen polis-jandarma saldırganlığından biliyoruz. CarrefourSA Esenyurt depo işçilerine sermayenin polisi “Sabancıların selamını getirdik” diye saldırdı mesela. Devletin sınıf kimliğini örtme gereğinin duyulmadığı zamanlardayız yani. Antep’te esnek çalışma ve dizginsiz sömürünün simgelerinden 7’li çalışma sistemi ve adaletsiz vergilendirmeye karşı üretimi durdurarak direnişe başlayan işçilere yönelik saldırılar ya da Soma’da AKP Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu’na ait Fernas Madencilik’te işçileri ve sendika yöneticilerini rehin almaya vardırılan tutumlar…
Açlık ve yoksulluğun işçi ve emekçiler içinde büyüyen uğultulu sesini, miadını doldurmuş sendikal anlayış yerine mücadeleci, militan, fiili-meşru hatta yürüyen sendikaların kendilerine katmamaları için yapılmayan kalmıyor! Eskiden işçilerle karşı karşıya gelmekten çoğunlukla kaçınan, daha dolaylı yollarla ama militanlaştığı noktada doğrudan devreye giren, grev yasakları getiren iktidar; artık her direnişi, -en kabul edilir sınırlarda kalanı bile- bu sendikalarla iltisaklı olması durumunda düşman olarak kodluyor. Sendikaların yöneticilerine özel muamele çekebiliyor. Bu gidişatı durdurmanın tek yolunun korktukları yerden vurmak, o direnişlerin sesini ve soluğunu büyütmek olduğunu gösterircesine…
Keza hapishanelerde daha da koyulaşan tecrit modelinin dışarıda da halkın tepesine örülen yüksek hücre duvarlarına dönüşmemesi biraz da buradan geçiyor. Topluma giydirmek istedikleri gömleği anlamak için oraya bakmak yeter. Kürtçenin giderek yasaklı dil haline getirildiği, pişman olduğunu söylemeyenin infazının yakıldığı, mekânsal düzenlemesiyle tutsağın tamamen yalıtılıp bir başına bırakılmak, hava bile alamaz hale getirilmek istendiği Y ve S tipleri iktidarın şimdiki toplumsal projesidir aynı zamanda. 2000 krizinin modeli olan F tipleri tecrit modeli bile yetmiyor artık. Planlanan, aylardır tek bir haberin bile alınmadığı İmralı tecrit modelidir. Zamanın ruhu bunu gerektiriyor.
O nedenle açlığın, yoksulluğun, örgütsüzlüğün yarattığı hoyrat sömürü biçimlerinin öfkesiyle yükselen işçi uğultularını ve bu uğultuları bedenine katmaya çalışan mücadeleci sendikaların sesini büyüttüğümüz oranda o duvarları yıkabileceğimiz zamanlardayız demek abartılı bir tespit olmayacaktır.