Tecrit burada daha bir dal budak salıyor, anlam kazanıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir siyasi mahkum, bu kadar uzun süre ailesinden, avukatlarından ayrı düşürülmemiştir. Türkiye, kuruluş tarihi itibariyle, hangi iktidar baştaysa, hangi iktidar diğerini terörist ilan etmişse, böylesi bir keyfiliğe tanık olmamıştır
Müslüm Yücel
Felsefe, üç şeydir: matematik, şiir ve siyasettir. Şiir, tiyatro, müzik, sinema, roman, masal vs alanları kapsar, tümüne sanat denir: Şiir görmekle duymak arasında duyularımıza tanıklık eder: Sappho’nun şiirleri tanıklıktır. Roman da bundan bağımsız değildir, Ulysess’in sonuna doğru, asıl kahraman olduğunu bize duyuran Molly’in sürekli evet demesi, “evet, dedim, evet kabul ediyorum.” Siyaset iç dünyamızdır, özgürleşme isteğimizdir. Özgürleşme isteğini eğer siyasetten çıkartırsak, geriye çıkarlar kalır, birinin efendiliğini kabul ederiz, birinin köleliğini. Matematik, önermelerin mutlak doğruluk değeriyle ilgilenir, akıl ve sezginin bir araya geldiği tek yerdir, son ve sonsuz, orda düşünülür. Bütün bunları saran evren de aşktır. Aşk, bunları birbirine bağlar: Amaç, anlamda yer almadır; dile geldiği yer hakikattir ki hakikat, şunu ister: Söyle, dinle. Bu ikisiyle ortaya çıkan şey, etiktir. Hem şiirin hem siyasetin tarihi aşktır ve bu ister doğuda, ister batıda olsun değişmemiştir. Platon’un ruh kavramı aşka dayanır ve en nihayetinde Homeros’un dünyasında ruhlar tinsel nesnelerdir, hatta gölgedir, bundandır ki eski Yunan’da beden ve ruh arasındaki ayrım kesin değildir. Doğu’nun önemli kahramanı Enkidu’yu da anmam gerek; Enkidu, ot koklar, kokulardan şifayı bilir; hayvanlarla konuşur, aslan gibi kükrer, şimdiye kadar ki derdi canlı olanın ruhuna ermektir ama aşkla tanışınca, uygarlaşır. Enkidu, “yaratı” demektir. Gılgamış’ın bilinçaltıdır. Gılgamış’ta sırları bilen kişidir. Enkidu ölünce, Gılgamış tefekküre dalar, ne yapacağını bilmez. İlahi kadınlardan Siduri’nin “bundan sonra yapacağı en iyi şey nedir” sorusuna yanıt veremez. Onun yerine Siduri konuşur: “Sahip olduğun şeyleri yetkin hale getir, onlardan en iyisini yapmayı öğren.”
Aşkın itiraz ettiği tek şey, egemenliktir; burada artık, aşk diye bir şeyden söz edilemez, burada, gücün kimin elinde olduğu önemlidir; ne eşitlik, ne adalet, ne de özgürlük vardır: Hüküm, benim hükmüm. Ben, ben, ben; beni kabul etmeyen, tahammül etmeyen o koca sen.
Burada, artık bir tek şeyden söz edebiliriz: Kibir.
Hitler’in dukası Carl Schmitt egemenliği inceltmeye çalışır, egemeni kurtarma arayışına girer; egemen, onun için “istisna durumunu belirleyen kişidir.” Schmitt, istisnaya, siyasal ilahiyat adını verir ve bu hali tutkuyla açıklar ama tutku da anlamını, otoritenin anlamıyla açıklar, oysa durum hiç de tekin değildir; çünkü istisna, herkesi dışlıyor, biri ötede duruyor, “sen” diyor bu egemene, “sen, ancak içine alabildiğin şeylere hükmedebilirsin.”
O zaman, kapatma başlıyor, ne matematik, ne şiir, ne de siyaset kalıyor. Egemen, kendisi dışındaki herkesi, her kesimi yok sayıyor, kitleyi kütleye çeviriyor ve buraların toprağını kayasına kadar kazıyor, tek bir şey amaçlıyor, kendi; kendini gerçekleştirmek, kendi olmak değildir bu, şudur: Ret, kendisi dışında herkesi ret: Elbette bu kendi, aşkı bilmiyor, sabahtan akşama, insanların onu memnun etmesini istiyor, kuşku duyuyor, her an biri ona saldıracak, arkasını dönse, kuyusu kazılacak: Ne sadakati ne sebatı var. Bir süre sonra kendini unutuyor, durmadan yinelenen şeylerin esiri oluyor ama farkına varamıyor. Onu bu esarete iten kimse değildir, o hukuktan korkuyor, Walter Benjamin’in deyimiyle, “hukukun ortaya çıkmasıyla” belki derin bir nefes alacaktır ama egemen, hukukun ortaya çıkmasına izin vermiyor; derdi, “Anlam olmadan yürürlükte kalma…” Bu siyasi ilahiyatın, ilahi şiddete dönüşümüdür.
Bunun, insanlığın yüz karası uygulaması Almanya’da yaşandı; insanlık tarihi, faşizmde ilerleme fikrinin olmadığına tanıktır; onlar sürekli geriye bakar, ileri için tek amaçları vardır: Tek ulus, tek lider, tek devlet: Hitler, bunu söylüyordu. Kendisi dışında bir sanat, edebiyat olamazdı, bir halk olamazdı; kendi dışında bir düşüncenin hayatta bir karşılığı yoktu, kendi dışında herkes yozdu, yabandı.
Bugün faşizm, yerini “demokrasiye” bırakmıştır. Marks’ın “hakiki demokrasi” diye altını çizdiği yönetim şeklinin de bir karşılığı yoktur. Devletler, demokratik; liderler, demokrat olduklarını söylüyorlardır ama hiçbirinde hakikatin peşinde değildir. ABD’nin ilk siyahi başkanı Obama, Umudun Cesareti’nde bunu söylüyordu: “Demokrasi inşa edilecek bir ev değil, edilecek bir sohbettir.”
Acı olan, bunu bize / Obama’ya söyletmeleridir.
Devlet, bütün dünyada kimi ailelere, şirketlere dönüşmüş, onlar tarafından koşullanmıştır ve muhalefetin adamları da iktidarın adamlarının birer versiyonu olmaktan öteye geçmiyorlardır. Oysa devlet soyuttur (Marks), somut olan halktır; devlet, özgür bireylerin, halkların birliğidir. Boyun eğerek, boyun eğdirilerek bir araya gelinmez. Geldiği an, orada şiddetti meşru gören bir güç, akla ve kalbe iman etmeyen, ikiyüzlülükle yönetimi ele geçiren kuklalar vardır.
Örneğin Türkiye’de bir siyasal parti yoktur. Bir partinin diğer bir partiyi ele geçirmesi ve egemenlik alanını genişletmesi vardır. Özgür bireyler de birey değil anarşist/ terörist olarak yorumlanmaktadır. Özgür birey, anti siyasaldır, egemen için bu teröristler devlete rahatsızlık veriyorlardır ve hepsi özgür bireyin karşısındadır.
Terörist, ilk Fransız İhtilal’lıyla ortaya çıktı ama genç jakobenler, bu adla anılmaktan çok mutluydular. İktidarı sevmiyorlardı. İhtilal askeri olarak başarı, özgürlük anlamında tam bir hezimetti. Zamanın büyük şairleri, devrim olunca Paris’e gittiler; William Wordsword, ilk başta ihtilali coşkuyla karşıladı, yola çıkarken, daha sonra Prelude’nin büyük dizelerinden biri olan, “varlık değilse kim karşı durabilir” sorusuyla coşkusunu dile getirdi ama Paris’e vardığında yaşadığı tek şey hayal kırıklığıydı; Bastille Cezaevi’nin yanı başında, güneşin altında oturup sessiz meltemlerin tozları kaldırdığı kalıntılar arasında bir taş alıp tekrar evine döndü. Bir ihtilal olmuş ama gücün verdiği kibir, kimi becerilerin verdiği ham gurur halkı terbiye ediyordur.
Osmanlı’da terörün karşılığı komitacılıktı: Bulgar Komitacılar, Balkanlardaki İhtilalcılar. Osmanlı’nın son demlerinde vatan ve hürriyet kelimelerini telaffuz eden kimseler gözaltına alınıyordu. Bunlardan biri Mustafa Kemal’di. Harp Akademisi öğrencileri geceleri toplanır, Namık Kemal’in şiirlerini okurlardı. İşte bu etkinliklerin birinde Mustafa Kemal gözaltına alınır. Tarihçilerin anlatımıyla, soğuk hücresinde volta atardı; suç hanesi kabarıktı, “Vatan” adlı örgüte üyeydi, Abdülhamit’e bomba atmak gibi suçları vardı. Mustafa Kemal’in Kazım Karabekir Paşa tarafından gözaltına alınmışlığı da vardı. Araya zaman girdi, Mustafa Kemal, kendisine suikasttan Kazım Karabekir’i tutuklattı. Zamanın başbakanı İsmet İnönü araya girdi, Karabekir bırakıldı. Ama bununla kalmadı. İstiklal Mahkemesi, başbakanın yargı üzerindeki etkisinden rahatsız oldu, bu sefer, İnönü hakkında tutuklama kararı çıktı. Kemal Tahir’in ünlü Kurt Kanunu, bu suikast mağdurlarının hikayesidir; devasa bir karakter olan Kara Kemal, bir tavuk pininde intihar eder. Ancak tuhaf bir şey vardır; hem Ziya Hurşit hem Cavid Bey idam edilmeden önce aynı şarkıyı söyler. Şarkının sözleri şair Nedim’e aittir: “Bu imtidâd-ı cevre, kim bahtın şitâbı var/ Mihnet-medâr olan feleğe, intisâbı var/ Eyler nesim-i subhu bize, gird-bâd-ı gam/ Bu rûzgâr-ı bî-mededin, inkılâbı var (Bahtımız, çektiğimiz eziyetin sebebi olan feleğe uyup, bu zulmün uzayıp gitmesi için uğraşmak konusunda acele ediyor. Felek, lûtuf dolu tatlı rüzgârları bile, bizim için gam kasırgasına döndürmüştür. Bu amansız rüzgâr, büyük değişikliklere sebep olacak).”
Hem Cavit Bey hem Ziya Hurşit, 40’lı yıllarda terörist olmaktan çıktılar, halkın umudu ve haksızlığın sembolü oldular. Bu yılların iki kahramanı oldu: Celal Bayar ve Adnan Menderes ama bu iki kahraman sonra terörist ilan edildiler; Menderes asıldı. Asılmadan önce Nedim’in yukarıda andığım şarkısını dinlemek istedi. İzin verilmedi. Bayar, yaş haddinden asılmadı; eşi Reşide Hanım, onu cezaevinde görmeye giderken kalp krizinden öldü. Reşide hanımın cenaze törenine insanlar sel gibi aktı.
Zeki Müren, Menderes’i kalben seviyordu, inanıyordu. Müren, söylediği bir şarkı (Nihansın Dideden) Menderes’i anıştırıyor diye gözaltına alındı, şarkı yasaklandı. Şarkının “bana insan değil, ağlar melekler” kısmında Zeki Müren hep hıçkırdı.
Menderes ve arkadaşlarını idam eden Alpaslan Türkeş ve Cemal Madanoğlu darbeden sonra kahraman gibi karşılandılar; 27 Mayıs, bayram ilan edildi, özel gümüş paralar, pullar basıldı. Madanoğlu’nu Kürtler iyi tanıyordu; 1933’te Cizre’de köylüleri kar üstünde yatıran adamdı, bunun ödülünü de Urfa Mülhaklığıyla aldı, sonra Siirt’e gitti, Sason’u bombaladı; Kürtler ağladı, zamanın iktidarı ona Sason Kartalı dedi. 12 Mart’ta Madanoğlu tutuklandı, teröristti.
Şimdi Menderes adına bir havalimanı var, Bayar adına üniversiteler…
Devlet, karşısında olan herkesi terörist olarak alır ve bunu, karşıdakinin devlet olmamasıyla açıklar. Devlet olsa savaştır. Fransız Devleti 1954’ten 1962’ye kadar Cezayirli yurtseverleri terörist ilan etti. Putin için nerdeyse Rus olmayanların hepsi teröristti; Çeçenler, Ukraynalılar büyük teröristlerdi. İngilizler için İrlandalılar teröristti. İngiliz başbakanı Demir Leydi, Boby Sans’tan nefret ediyordu, bir teröristle aynı parlamentoda yer almak Leydi için tiksinti verici bir şeydi; Sans ondan daha fazla rey almıştı. 11 Eylül’den sonra kimi Amerikalılar için İslam ve onun takipçileri teröristti. Uzatabiliriz.
Kürtler bu zaman diliminde terör/ terörist babında kaldılar. Cumhuriyet’in başlarında Halk Partili olmayan Kürtler şaki, yobaz, cahil, korkak, hain vs. kimselerdi, CHP’li olanlar eşraf, efendi, aydındı; 40’lı yıllarda Kürtler Demokrat Parti’yi benimsedi, bu sefer Kürtler ağa, bey, yalaka oldular, sinema seferber oldu. 70’li yıllarda Kürtler CHP’li oldu, Ecevit’i sevdiler, bu sefer halk dedikleri için dışlandılar. Ecevit açıkça bunu söyledi: “Halklar yoktur, Türk halkı var.” Tıpkı Obama gibi, bunu Ecevit’e söylediler. Halklar kardeştir diyen, biz halkız diyen Kürtler terörist oldular.
Bugün de Kürtler, iktidarın da muhalefetin de terörist ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Örneğin CHP, AKP’yle tartıştığında (ya da tersi) şunu söylüyor: Teröristle oturmadın mı?
Seçimler yaklaştığında Kürtler kıymetlidirler; onlarla görüşürler, dert ortağı olurlar, doğum günlerini, ölüm günlerini kutlarlar. Seçimler bitince, Kürtleri rafa kaldırırlar. Bunu iktidar da muhalefet de yapar. Kürtlerin acil ihtiyaçlarıyla ilgilenmezler. Genel afla ilgili herkes kapı arkasında bir şeyler söyler ama afta bir sınır vardır, “siyasiler” derler ama siyasilerden kasıt, kendilerine yakın siyasetçilerdir. Öcalan’ın aftan istifade etmesini dile getiremezler. Sanki kabul edilmiş bir gerçek vardır, hepsi Öcalan’ın hapsine, hatta hapiste ölmesine göz kırparlar. Öyle bir yere gelmiştir ki, Kürtleri, Kürt siyasi partilerini de buna ikna ederler.
Burada aleni bir ihlal vardır. Kürtler özne konumundan düşürülmüşlerdir, nesne konumuna getirilmişlerdir. Nesne konumu da “üzerinde, içinde” bir gard/ biçim alma değildir. Bir eşya ama daha çok eskiyen, istedikleri zaman yenilenecek bir eşya konumudur. Kürtlerin bir fikri yokmuş gibi “iktidar ya da muhalefeti seçme zorunluluğu” vardır, duygusu yaratıyorlar.
Tecrit burada daha bir dal budak salıyor, anlam kazanıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir siyasi mahkum, bu kadar uzun süre ailesinden, avukatlarından ayrı düşürülmemiştir. Türkiye, kuruluş tarihi itibariyle, hangi iktidar baştaysa, hangi iktidar diğerini terörist ilan etmişse, böylesi bir keyfiliğe tanık olmamıştır.
27 Mayıs’ta Davut Paşa kışlasına, bir gün sonra ziyaretler yapılmıştır; Yassı Ada’ya özel vapur gönderilmiştir; 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de aile ve avukat görüşleri engellenmemiştir; gülistan değildir ama bir görüş günü mantığı vardır.
Bugün Türkiye’de pek yıkıcı ve bölücü diye nitelendirilen örgüt vardır. Söz gelimi AKP iktidarını hedef alan Gülen Cemaati’ne, DAİŞ ve Hizbullah tutuklularına bugüne kadar hiçbir tecrit uygulanmamıştır. Sol örgütlere de bir tecrit söz konusu değildir. Hukuki bir açıklama da yoktur. Yalnızca şu: Öcalan’ı görmezlikle hukukun ortaya çıkmasına izin verilmiyor.
Öcalan’ın içerde olmasının tek nedeni Kürt meselesidir. Öcalan’ın yarası, Öcalan olmadan önce de vardı ama Öcalan’la bu mesele ete kemiğe büründü. Hatta Öcalan, bu yaradan doğdu. Yıllara yayılmış bir “amor fati” (kader sevgisi) vardı ve Kürtler de devasa bu bir’in yanında yalnızca, bir şey’di. Öcalan buna itiraz etti, “bana dayatılan kaderi kabul etmiyorum” dedi; yanından Fırat nehri geçiyordu ve o, iki ağacına su vermek için dağa çıktı. Kendi deyimiyle, o an, “kırbaçlanmış bir at gibiydi.”
Öcalan’ın işlediği suçlar, yasaları ilgilendirir ama Öcalan’ın kişi olarak tecridi herkesin sorumluluğundadır.
Tutuklu ve hükümlülerin, cezaevi içinde ödülleri vardır ve bu ödüller Adalet Bakanlığı tarafından bizzat belirtilmişlerdir. Ancak bunların hiçbiri Öcalan için uygulanmamaktadır.
Cezaevinde bir kişi isterse evlenebilir ve ister yeni, isterse eşi olan kimseyle üç ayda bir, en az üç saat, kimse olmadan görüşme hakkına sahiptir. Telefon hakkı vardır, bu hak, haftada bir ya da ikidir; hatta güvenlik gerekçesiyle bu konuşmalar kayıt altına da alınır. Öcalan’a bu hak kimi zaman verildi. Hatta bir keresinde Erdoğan, bir soru üzerine, “Mehmet görüştü” diye bir yanıt verdi. Samimi bir şeydi ama sonu gelmedi.
Cezaevlerinde hükümlü kültür alanında etkinlikler yapabilir; kitap yazabilir, yazdığı kitaplar için yazışabilir. İmralı Cezaevi’nde bir süre kalan Yılmaz Güney burada bir yanda tarımla uğraşıyor, diğer yandan senaryo yazıyordu. Öcalan’a bu hak, tarım hakkı verilmiyor. Ayrıca yazdıkları kitap olarak yayımlanamıyor. Bunun yanında cezaevlerinde mutlaka bir kütüphane vardır, buradan istifade edilir ve tutuklu isterse, süreli/ süresiz yayınlara abone olabilir; buna internet de dahildir ama Öcalan’a bu hak da verilmiyor. Ayrıca kişi, kendisine gelen mektuba yanıt verebilir, faksı, faksla yanıtlayabilir. Bu haklar çoğaltılabilir. Ancak hiçbir hakkın şimdi bir karşılığı yoktur.
Garip bir bilinç örgütlenmektedir ve bu, terör, terörist gibi söylemleri geçmemektedir. Bilgi çağında bu iletişimsizlik acı vericidir. İletişimsizlik, güvensizliktir. Buradan mutsuzluk yükselir. Öcalan 25 yıldır bir adadadır, burada, silahsız bir felsefe yürütüyor ve bunun bir kurtuluş/ çözüm olduğunu söylüyor.
Buna karşın bir rehine kültürü var. Rehine askıya alınan kişidir; ölümünden de diriminden de yalnızca onu rehin alan kimseler haberdardır. Kendisiyle ilgili bilgi kendisinden de kopartılmıştır: Ne yediğine, ne giyeceğine, ne okuyacağına onlar karar veriyor. Bu, kişinin kendisinden alın yazısından, hatta ölümünden, hayatından kopartılmasıdır, bunun, dünyanın hiçbir hukukunda karşılığı yoktur.
Rehine, Jean Baudrillard’ın ifadesiyle bir şeyin karşılığıydı. Soru: Kürtlerden ne istiyorlar? Kimin, neyin karşılığıyız? Bizi rehin alarak, kime, nasıl bir şantaj yapılıyor? Fidye nedir? Şantaj var ama şantaj bir teknik, bir siyaset, bir pazarlıktır. Üstelik her şey göz önündedir, Kürtlerin saklı bir şeyi de kalmamıştır; sırlarımız yoktur, hele bugün, cep telefonları, sosyal medya hesaplarıyla değil düşünceler, duygular bile ortadadır. Öcalan neyin karşılığı olarak rehin alınmıştır? Öcalan’dan ne istiyorlar? Afrin mi? Ömerli mi?
Not: Gelecek hafta, siyasi partiler ve tecrit yazılacaktır: Kibir, Soğuk Temas, Tecrit.