Ermenice edebiyatın ustalarından Haddeciyan’ın Tavan romanında yatağa bağlı mahkûmiyetin iyimserliğe itinalı, ümitsizliğe imtinalı iç âleminde gezeriz. Tavan; uçsuz bucaksız bir muhasebe, tasavvur, tahayyüller âlemidir kahramanımız için
Ercan Kaplan
Kendisine Ermeni kültürünün ve Ermeni dilinin muhafazasını görev addeden Rober Haddeciyan, günlük Ermenice yayımlanan Nor Marmara gazetesiyle titizlikle istikrarlı bir çizgide bu görevini Ermeni diasporasına da taşıyarak vakur yolculuğuna devam etmekte. Kendisinin 1967’de Nor Marmara’nın başına geçmesiyle gazetenin kültür ve sanat çehresinin ağırlık kazanması yine Rober Haddeciyan’ın mütevazı katkılarından biri. Yalnız Türkiye Ermenilerine değil, Ermeni diasporasına da hitap eden ve ilgiyle takip edilen Nor Marmara’nın başyazarı olan Haddeciyan’ın birçok edebi türde 100’den fazla eseri yayımlanmış, onlarca eseri de yayımlanmayı beklemekte.
Arasdağı adıyla 1983 yılında yazarın anadili Ermenicede yayımlanan ve merkezi ABD’de olan Alek Manukyan Vakfı Edebiyat Fonu’nun birincilik ödülüne de layık görülen Tavan adlı romanı, 1997’de Telos Yayıncılık tarafından Anahid Hazaryan’ın çevirisiyle Türkçe okumaya sunulduktan yıllar sonra 2018 yılında Ermeni edebiyatına ve kültürüne değer veren, bu yönde eserler yayımlayan Aras Yayıncılık tarafından Anahid Hazaryan’ın çevirisi gözden geçirilerek yeni baskısıyla okurlarla tekrar buluştu.
Adım adım felakete yürüyüş
Anlatıcımız yani kahramanımız bir Noel armağanı için işlettiği dükkânından çıktıktan kısa bir zaman kırıntısından sonra ayağının altında hissettiği muz kabuğunun yumuşaklığıyla yere düştükten sonra artık yürüyemez, çok sevdiği torunu Rupik’i lunaparka götüremez, candan sevdiği kızı Satenik’i, tanıdıklarını içten kucaklayamaz. Yaşamı, tavana dikili sahnesinde yatılıdır artık.
Tavan romanına ikili bir okumayla yaklaştığımızda aslında birçok ipucunu bize sunuyor. Eserde kullanılan muz kabuğu imgesi Ermeni halkına bir tuzak, elden ayaktan düşürme, doğal yaşamın akışına ket vurma, sınırlı bir alana sıkıştırma olarak düşünülebilir. Yatağa hareketsiz bir biçimde mahkûmiyet yaşayan sadece roman kahramanımız değildir. Komşusu ya da hiç tanımadığı biri tarafından yere atılan bir muz kabuğuyla felçli bir hale getirilen anlatıcı şahsında süs bitkisi derekesine getirilen kadim Ermeni halkıdır. Anlatıcımız ne kadar dirayetli bir şekilde yaşama tutunsa da beklenmeyen, akla gelmeyen felaket yaşama sirayet etmiştir.
‘’Yaklaşık sekiz ay önce, 4 Ocak Salı sabahı öğleye doğru, dükkânımdan birkaç adım ötede yediği muzun kabuğunu yere atan insan benimle beraber bu dünyada yaşıyor. Kimdir bu insan? Küçük bir çocuk mu? Olgun bir adam mı? Kız mı? Kadın mı? Rastgele sokağımızdan geçen birisi mi yoksa semtimizde oturanlardan mı?’’ (Tavan s. 38)
‘’İşte basit bir olaydan duyulan kısa süreli hazdan kaynaklanan felaket uzun zaman hatta belki de sonsuza dek sürecek. Ah, bu kişinin kim olduğunu, nerede bulunduğunu ve neler yaptığını bilmek için neler verirdim! Çünkü bu yabancı, aynı gün on ya da on beş dakika sonra, saat on ikiye çeyrek kala masum bir insanın aceleyle çıkarken o kabuğa bastığını ve o andan itibaren bir daha asla yürümemek üzere yatağa çivilendiğini hiç bilemeyecek.’’ (Tavan s. 38)
Yaşama iyimser bakış
Kaderine razı olarak ümitsizliği, iyimserliğe kuran bir yerden bakar yaşama. İki kişilik küçük hastane odasında sadece başını oynatabilen sabit bir konumda tavana bakarak sürdürür yaşamını. Tavan uçsuz bucaksız bir muhasebe, tasavvur, tahayyüller âlemidir kahramanımız için. Artık yürüyemeyecek, elleri cebinde seyran eyleyemeyecek ama anıların sokağında dolaşacak ki bu hep düşünme düzleminde geçmişi ve andaki duyduklarını düzene sokma halidir.
‘’Bu kâbus dolu günler ne kadar sürdü, bilmiyorum. Bulutlar hemen dağıldı gökyüzümden. Gökyüzü dediğim, hastanedeki odamın tavanıydı. Günün birinde de sadece güneş kaldı. Tavan masmavi gözüküyordu. Yirmi yaşında kırlarda gezerken ya da deniz kıyısında mavi göğü seyrederken duyumsadığım yaşama mutluluğunu tekrar yakalamıştım.’’ (Tavan s. 91)
Kendini yaşamaya hasretmek
Bir şaşmayı, yanılgıyı, yaşananlardan edinilen tecrübeyi ifadeyi ediyor kahramanımız. Filmi geriye sarıyor ve mutluluğun bile bir vakit sonra dayanılmaz olabileceğini söylüyor. Zaman zaman kısa bir zaman diliminde tükenmiş, çaresiz hissetse de kendini, metanetlice kabullenişle meğer insan acıya uzun süre katlanabilinirmişi öğreniyor, hareketsizliğe gömülü, duvar saatsiz, yaşamanın aynası tavanda.
“İnsan bu kadar uzun süre mutluluğa bile katlanamaz. İnsan bu kadar uzun süre dinlenmeye, gezmeye, eğlenmeye bile katlanamaz. Meğer insan sadece acıya bu kadar uzun süre katlanabiliyormuş. Sadece hareketsizliğe. Sadece çaresizliğe ve terk edilmişliğe. Bunları öğrenmek de varmış.’’ (Tavan s. 7)
Talihsiz bir adımdan sonra yatağa bağımlı hale gelen bir yaşam tam tersi yönde gelişim göstererek iyimserliğe sarılır. Sırt üstü bir pozisyonda hareketsiz bir şekilde yaşamını sürdürmek zorundalığı olsa da geçmişte de deneyimlediği düşünme eylemleriyle kendini meşakkatli de olsa teskin eder, yeni yaşamını düşünmenin yolunda yürütür.
‘’Devamlı yatakta yatan bir insanın bile binbir olayla, çevresinde gözlediği değişik konularla dolu bir gün geçirmesi şaşırtıcıdır. Ben tüm bunları sıraya koyup tek tek incelerim. Ne büyük mutluluk… Düşünmek, tekrar düşünmek… Bu yetiye sahip olduğum için şükrederim. Aksi takdirde, herhalde bu odada çıldırırdım. Düşünme işlevine duyduğum ilgi boş saatlerime renk ve anlam katar. Kazadan önce dükkânımda, masamın başında otururken de hep düşünürdüm.’’ (Tavan s. 17)
‘’Ah! Tanrı’ya şükür. Tatlı, sadık, hayran olunacak bir kızım, sevimli, sağlıklı, gürbüz bir torunum var. Ben mutlu bir insanım…’’ (Tavan s. 84)
Yurtsuzluğun kapı aralayışı
Anlatıcı; Ermeni soykırımını açıkça ifade etmeyerek satır aralarında savaş rüzgârları kelimelerini kullanmayı romanın akışına uygun görmüştür. Babasının ve büyük ailesinin doğup büyüdüğü köyün artık çok uzakta kaldığını ve kendisinin de hiç görmediği köyüne yabancılık çektiğini söyler. Anadolu’da bir köy olarak nitelendirdiği memleketinin ve anlatıcımızın ismi ise romanda yer almaz.
‘’Şimdi artık o yabancı köyde, babamın ve benim devamı olduğumuz insanların bir mezarı vardı ya da yoktu. Çünkü gerçekte ne köy ne de mezarlık kalmıştı. Savaş rüzgârları bir gün içinde yaşamı altüst etmişti. Birdenbire evlerin bütün ışıkları sönmüş, bütün sesler dinmişti. Kırmızı altınlar sandıkların dibinde kalmış, gelinler, çocuklarını – o zaman daha doğmamıştım- kucaklamışlardı.’’ (Tavan s. 31-32)
Soykırıma uğramış halklarda belirgin hal alan tedirginlik, yaşama kaygısı, hep bir göç hali, aidiyete dair duygu yoksunluğu yaşamda devamlı bir haldedir. Tavan’da ise anlatıcının babası bir tür mikro diasporaya hapsolmuştur, doğup büyümediği İstanbul’a göçmüştür. İstanbul’a aidiyetten uzak, Anadolu’nun bir köyünde yanan ışığı canlı tutar fakat ölmesiyle o ışık söner artık. Oğlu ise hiç gitmediği memleketine aidiyet duygusu duymaz ve babasını kaybedişiyle Anadolu’nun bir köyünde yanan ışığın sönmesine engel olamaz.
Yıllar önce kaybettiği eşi Verjin’e, babasının ölümü için ‘Bitti’ demesiyle yalnız bir ölüm olayı olmadığını geniş bir anlamı olduğunu söylüyor anlatıcı. Kendi kimliğinin, kültürünün mekânı, adresi köyleriyle mekanik bir bağı vardır anlatıcının. Gitmediği görmediği havasını teneffüs etmediği köyü, tıpkı babasının İstanbul’da yabancı olması gibi, anlatıcının da kendisine yabancıdır Anadolu’daki köyü. Savaş rüzgârları kimisini yaşamdan kopartmış kimisini uzak ötelere savurmuştur. Uzak ötelerin sonrası sınır ötesidir, bir göç halidir hep… Yeni yurtsuzluğun kapı aralayışıdır…
‘’ -Bitti Verjin, dedim.
-Evet, dedi başını sallayarak. Daha fazla konuşmadı.
Verjin ‘Bitti’ sözüyle babamı kastettiğimi sanmıştı. Oysa babamın yaşamıyla sona eren başka şeyleri belirtmek istemiştim, gene de açıklamaya çalışmadım, zaten açıklayamazdım.’’ (Tavan s. 31)
‘’Ben gözlerimi burada açtım, bu kentin bireyiydim. Ancak biraz önce gözlerini bu kentte yuman babam buraya ait değildi. Burada doğmamıştı. Çocukluğu bu sokaklarda geçmemiş, babasının elinden tutup sokaklarda dolaşmamıştı. O, köyde dünyaya gelmişti. Ben onun soyunu hiç görmedim ve göremeyeceğim. (Tavan s. 31)
‘’Ben gözlerimi bu kentin banliyölerinden birinde açtım. Yeni olduğunu ancak on beş yıl sonra anlayabileceğim baba evinde dünyaya geldim. Şehirdeki yuvamızda, köydeki evlerimizden sonuncusunun lambası hâlâ yanıyordu. İşte o gece, bu lamba sönmüş, babamın ölümüyle köyle aramızdaki bağlantı sonsuza dek kopmuştu.’’ (Tavan s. 32)
Son ışık da sönmek üzere
Kızının Kanada’dan babasının ölüm haberini alacak olmasıyla da son iz’in ışığı bir daha yanmamak üzere sönecek. Romanın sonlarında, kızı Satenik’in ailece Kanada’ya yerleşmesini torunundan sohbet esnasında öğrenen anlatıcı, yalnız bir başına kalmanın tedirginliğini ve kederini yaşasa da bunu da olgunlukla karşılar.
Anadolu’nun bir köyünde başlayan bir medeniyet artık bir hastane odasında 60 yaşında felçli bir haldedir ve çok uzun süre de yaşayacağını öngöremez. Ölümünde ailesinden kimsenin yanında olmayacağını, yalnız başına öleceğini düşünür. Artık aile Doğu’daki son izini, temsilini kaybedecektir. Yüzyıllarca yanan ocak artık tütmeyecek, bir medeniyet artık sönecektir.
“Yaşlı ve felçli babalarının öldüğünü orada öğrenecekler bir gün. Satenik’in yaşlı gözleri buzlanmış camda takılıp kalırken Rupik ‘Ne oldu mommy? Ne oldu daddy?’ diye soracak. Satenik yanıtlayacak. ‘Bitti Rupik, bitti.’ Rupik sona erenin büyükbabasının değerli yaşamı olduğunu sanacak. Oysa Satenik hüzünlü bakışlarıyla başka şeyler ima edecek. Yüzyıllar önce Doğu’da yanan lamba bir hastane odasında sönerken, son iz de silinip gidecek böylece…” (Tavan s. 182)
İsimsiz anlatıcımız yaşama umudunu yine soldurmaz, onu yeşertir ve seslenir kendisine: “Ben yaşamaya mahkûmum.’’