AİHM bizi bağlamaz! AYM bizi bağlamaz! Anayasa bizi bağlamaz! Sandıktan çıkan bizi bağlamaz! KHK’lilerin beraat etmiş olması bizi bağlamaz!..
Bu bağlamsızlık içinde, Türkiye’de neden bir Anayasa ve mahkemeler var diye düşünmeyin. Anayasaya, rejim güçlerine meşruiyet sağladığı ölçüde ihtiyaç var. Muhalefeti yargıladığı, cezalar yağdırdığı sürece mahkemelere ihtiyaç var. Nazi Almanyası’nda da Anayasa ve mahkemeler vardı. Komünistlerin ve Yahudilerin insani ve hukuki herhangi bir hakkının olamayacağı sonucuna varmıştı Nazi yargıçlar. Gelinen noktada Türkiye’de de durum farklı değil. HDP üyesi olmak örgüt üyeliğinden ceza almaya yeterli sebep sayılıyor. Kürtler, sosyalistler yargılandıkları davalarda toplu mezara gömülür gibi sebepsiz yere onlarca yıl hapis cezaları alıyorlar. Demokratik kitle örgütü olarak kurulan DTK’nın başkanlığını yaptığı için Leyla Güven’e verilen yirmi iki yıllık hapis cezası uygulanan düşman hukukunun son örneği.
Anlatılan hikâyeye göre 15 Temmuz Darbe Girişimi başarılı olsaydı eğer Fethullahçılar devleti ele geçirecek, polis-asker-yargıya kendi militanlarını yerleştirerek ensemizde boza pişirileceklerdi. Her devirde ensemizde boza pişirilmesine alışık olduğumuz için bu hikâye bizi çok korkutmadı. Savcılığını RTE’nin yaptığı AKP-Cemaat ortak yapımı KCK operasyonuyla belediye başkanlarının kelepçeli fotoğrafları hafızamızdan silinmiş değil. Silinmesi zaten mümkün de değil, Cemaat hâkimlerinin verdiği bütün kararlar bozulurken sadece Kürtler ve sosyalistlere verilen cezaların baki kalması her dönemin ezilenleri olarak anlatılan kurt hikâyelerinden korkmamayı da bize öğretti. 15 Temmuz başarılı olsaydı eğer mahkemeler Cemaatin eline geçecekti. 15 Temmuz tersinden başarılı oldu ve AKP+MHP+Mafya koalisyonu devleti ele geçirdi. Barutun ve kılıcın öldürücü gücüne yaslanarak canlarının her istediklerini yasa, onların ayağına dolaşacak bütün yasaları da “yok hükmünde” sayıyorlar. Onları demokratik hiçbir hak bağlamıyor. Onlar taşları bağlayıp köpekleri üzerimize salmakta kendilerini serbest sayıyorlar. Devletin kurumları Ülkü Ocakları ve Ensar Vakfı arsında pay edilirken, Saray koalisyonuna karşı olmak, terörist olmak için yeterli delil sayılıyor.
AİHM’in, S. Demirtaş kararı sonrası RTE’nin “bizi bağlamaz” demiş olması, faşist parti MHP’nin führeri D. Bahçeli’nin “takmıyoruz” ifadesi, İçişleri Bakanı SS’in “Demirtaş teröristtir” şeklinde saldırması sinirlerimizi bozuyor elbette. Diğer yandan rejim yöneticilerinin tepeden tırnağa meşruiyetini yitirmesi demokrasi cephesi açısından yeni mücadele olanaklarına kapı aralıyor. Ekonomiyi çökerten, dış siyasette tecrit olan rejim güçleri reform numaraları yapmak istese de her defasında Kürt realitesine toslayıp gerçek yüzlerini ortaya seriyorlar. Dünyayı ele geçirmek isterken Berlin’e sıkışmış Nazi ordusu kadar saldırgan ve çaresizler.
Faşist baskıları bütün ağırlığıyla üstümüzde hissettiğimiz bir gerçek. Hapishanelerde en deneyimli kadroların, devrimcilerin esir tutulduğu da öyle. Demokrasi güçlerinin birlikte mücadele etme konusundaki ataleti de bir realite olarak ortada duruyor. Ancak, Leyla Güven’in tutuklanmasına karşı yapılan eylemde MHP’li polis müdürü tarafından tekerlekli sandalyesinden düşürülen vekilimiz Musa Piroğlu’nun “Düştüğümüz yerden kalkar, kaldığımız yerden yola koyuluruz. Biz kazanacağız!” şeklinde ifade ettiği sözler umutlu olmak için parola niteliğinde sözler. Eylem pratiğinden ve haklı olmanın meşruiyetinden süzülüp gelen bu sözler tekerlekli sandalyeden düşerken rejimin maskesini düşürme azmine işaret ediyor. Firavunlaşan rejimin karşısına Musa olarak çıkmak haklı ve umutlu olmak için yeterince sebep veriyor bizlere. Evladının kemikleri kargoyla alma acısını yaşayan Halise Ana’yı gözaltına alacak kadar vicdansız… Çıplak arama işkencesini kamuoyuna açıklayanlara soruşturma başlatacak kadar hukuksuz… IŞİD bombasıyla Suruç’ta katledilen öğretmen Süleyman Aksu’nun evini yakacak, mezarını yıkacak kadar gözü dönmüş rejime karşı Musa yoldaş gibi diz çökmemek, baş eğmemek “bir görevdir yangın yerinde, insan kalarak.”