Türkiye’de siyasetin sağa kaydığı değerlendirmelerini daha fazla duyar olduk. Bu değerlendirme, Mayıs 2023 Genel ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi sonuçlarından ve dahası komprador burjuvazinin muhalefetteki kliği CHP’nin bir “sol” parti olduğu ön kabulünden hareketle yapılmaktadır. Oysa CHP Türkiye’de “müesses nizam”ın kurucu partisi olarak hiçbir zaman sol bir parti olmamıştır. CHP’nin sol olduğunu, “devletçi”, “cumhuriyetçi”, “laik” ve dolayısıyla “sol” bir parti olduğunu savunanlar Kemalizm’i ilerici ve hatta “devrimci” gören anlayışlardır. Bu anlayışlara, A.Hitler’in “nasyonalist solcu” olduğunu hatırlatmak gerekir.
Türkiye’de hâkim sınıf siyaseti hiçbir dönem solda olmamıştır. CHP’nin “ortanın solu” söylemi ise yükselen halk hareketinin hâkim sınıfların siyasetinin arkasına yedekleme amacıyla ortaya atılmıştır. Gerçek bir sol hareketin, halk kitlelerinin devrimci hareketinin yükselişi karşısında, Türk hakim sınıflarının ön alma girişimidir. Türk hakim sınıflarının iktidarlarını sürdürme ve devletin bekası adı altında, Türkiye “Komünist” Partisi kurdukları ve dahası “komünizm gerekirse onu da biz getiririz” dedikleri biliniyor.
Türk hakim sınıflarının bu pratiğinin dünde kaldığını düşünenler fena halde yanılır. Örneğin Türk devleti açısından güncel bir beka sorunu olarak değerlendirilen Kürt ulusal özgürlük hareketi karşısında HÜDAPAR gibi bir partinin kurdurulması böyle bir örnektir. Bu partinin örgütlenmesinin “sosyolojik bir adım ve bir devlet aklı” olduğu biliniyor. HÜDAPAR çizgisinin ezilen bağımlı bir ulus olarak Kürt ulusunu temsil edip etmediği tartışması bir yana, burjuva siyaseti kontrol eden Türk “devlet aklı”nın gerçek anlamda bir sol içinde devrede olduğu, dahası doğrudan kimi örgütlenmeleri yönlendireceğini düşünmemek, “bin yıllık devlet” deneyiminden bihaber olmak demektir.
Gerçek sol, hâkim ideolojiyle arasına net bir ayrım koymalıdır. Hâkim sınıflardan ve onların devletinden yana değil, halktan yana olmalıdır. Bu solun söyleminde ve pratiğinde devletin bekasını değil yıkılması gerektiğini savunması beklenir. Yıkma eyleminin araçları ise bilinmez değildir.
Yerel seçimler öncesinde bir kez daha gördük ki, kendini sol ve hatta “komünist” olarak tanımlayan kimi anlayışlar “devletin bekası” ardında saf tutmakta ısrarlı. Kürt gerillalarının başarılı eyleminden sonra, devrimci harekete ve özellikle silahlı mücadeleye yönelik kınama ve başsağlığı açıklamalarından, emperyalizmin parmağına kadar bir dizi komplo teorisi dillendirildi.
Özellikle Kürt ulusal özgürlük hareketine ve demokratik kurumlarına yönelik sol ve “komünizm” adına bilinen söylemlerin yanında, devrimci hareketin bir kısmına, “Kürt ulusal hareketinin gölgesinde” siyaset yapıldığı, dahası “solun CHP’den ve DEM’den kurtulmadıkça gerçek sol olmayacağı” vb. söylemleri bir kez daha tekrarlandı.
Bütün teşviki mesaileri yasal zeminde “devrim mücadelesi vermek” ve silahlı mücadele düşmanlığı olanların, devrimci harekete yönelik kıymeti kendinden menkul eleştirilerinin ortaklaştıkları bir diğer nokta ise Kürt hareketine düşmanlıktır. Kürt ulusunun ezilen bir ulus olduğu ve ayrı bir devlet kurma hakkı olduğu ilkesel gerçeğini reddediyorlar. Bu hakkı, devletin bekası için tehdit olduğunu görüp ona göre pozisyon alıyorlar. Sosyal şovenizmin bilindik türküsünü söylüyorlar.
Kürt ulusunun devrimci demokratik mücadelesini kendi mücadelesi olarak sahiplenen devrimcilere yönelik bu türden eleştirilerin özellikle seçim dönemlerinde artması anlaşılırdır. Ancak her söylemlerinde “bizim yıkmamız gereken bu çürümüş sömürü düzenidir” diyenlerin ya da parti programlarında, ML’den ve iktidarın “bir devrimle ele geçirilmesi”nden bahsedenlerin de “devletin tavuğuna kışt demeleri” beklenir. Bunun olmadığı yerde, apaçık ki bir sorun vardır. Ya görünüldüğü gibi olunmalı ya da olunduğu gibi görünülmelidir. Halka yalan söylemek politik bir suçtur.
İşkenceli polis sorgularında devrimcilere “devrimci mücadele adresi” olarak gösterilen ve “düzeni yıkma” mücadelelerinde hiçbir zaman devletin zor aygıtlarının ilgisine mazhar olmayanların, bırakalım Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesinin yanında olmalarını, silahlı mücadeleye yönelik bu bitmez tükenmez kinleri anlaşılırdır. Çünkü silahlı mücadele, devletin icazeti altında verdikleri “düzeni yıkma mücadelelerini” boşa düşürmekte, yüzlerindeki maskeyi indirmektedir.
Bu anlamıyla “bir taş attılar mı, bir cam kırdılar mı, hapis yatıp işkence mi gördüler” sorusu haksız bir soru değildir. Elbette devrimciler için kim daha çok taş attı, neden hapsedilmedi, neden işkence görmedi ya da kim daha fazla işkence gördü vb. yarışı anlamsızdır ve dahası istenir bir şey değildir. Ancak düzeni yıkacaklarını iddia eden ve kimi başarısız devrimci eylemleri “bireysel terör” olarak propaganda edenlere de bu soruları sormak son derece haklı ve meşrudur.
71 çıkışıyla devrimci mücadele, bir eşiği aşmıştır. Bu çizginin karşısında olanlar sol olabilirler ancak asla devrimci ve komünist olarak tanımlanmazlar. Eşyayı adıyla tanımlamak dürüst bir tutumdur. Devletle ve resmî ideolojiyle arasına sınır koymayanların seçimden seçime düzen yıkma mücadeleleri ve Kürt ulusuna karşı ezen ulusun imtiyazlarını güçlendiren tavırlarına karşı durmak gerekir. Türkiye’nin objektif koşulları, düzen yıkma mücadelesinin taş atmadan olmayacağını gösteriyor. Elbette ki bu mücadelenin biçimleri, eksiklikleri tartışılabilir. Ancak devrimci hareketin kitlelerle ilişkisinin gerilemesinden hareketle taş atan ve taş atan Kürd’ün yanında durana da devrimcilik taslayanlar iflah olmazdır.
İğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batıralım. Bu türden anlayışlar doğrudan ya da dolaylı olarak devlet destekli olsa da; gündemde olmalarının nedeni yasal Kürt hareketinin özellikle de 2023 Mayıs ve kimi devrimci dostlarımızın 31 Mart yerel seçim sürecinde izlediği ittifak politikasıdır. Taktik, stratejiye hizmet ediyorsa anlamlıdır. Gerçek devrimcilerin birleşik devrimci mücadeleyi büyütmesi gerekir.