Yusuf Gürsucu
Tarım Bakanlığı tarımı desteklemek için 4 başlıktan oluşan eylem planı hazırladığı öğrenildi. Plana göre, çiftçiler ne ekeceğini belirledikten sonra üretime geçmeden bakanlıktan izin alarak üretim yapacağı ürünü bildirecek izin çıkarsa toprağa dönenecek eğer izin çıkmazsa çiftçiye ne ekeceği bakanlık tarafından dikta edilecek. Eylem planında bu uygulamayla ürünlerin planlı bir biçimde üretilmesinin sağlanacağı iddia ediliyor.
Bir diğer başlık ise destekler sadeleştirilerek, çiftçiye üretimden önce ve sonra olmak üzere iki bölümde destek sunulacak. Ekim öncesi yapılacak destek ayni olacak ve bakanlık istediği tohumu, gübreyi üreticiye destek adı altında verecek. Üretim sonunda ise nakti verilecek olan destekten ayni olarak verilen her neyse onun parası kesilecek.
Diğer başlık ise sözleşmeli üretimin artırılması. Böylelikle çiftçi kendi toprağında şirketlerin marabası olarak çalışırken, bu süreçte tarımda belli şirketlerin tekel konumuna getirilmesi sağlanarak, tarımsal üretimde çiftçinin-köylünün hiçbir inisiyatifi kalmayacak. Sözleşmeli tarımla birlikte küçük üreticiliği bitirip çiftçiler-köylüler şirketlerin emrine sokularak tarımın tamamen sermaye eline teslim süreci tamamlanacak. Son başlık ise ilk üç başlığı tamamlayan niteliğe sahip. Çay, toprak koruma ve arazi kullanımı, su ve mera kanununda değişikliğe gidilecek.
Üretim sürecinde çiftçinin bakanlıktan onay alarak ne ekeceğinin belirlenecek olması, bakanlığın şirketlerin kolaylaştırıcılığı rolü ile çiftçileri sözleşmeli tarıma doğru bir zorunluluk içine itecek. Bakanlık bu uygulamayı gıda güvenliğini sağlama iddiasında bulunurken bu iddia halkın gıda ihtiyacını garanti altına almayı içermiyor. Buğday üretimi hiç yapılmayan Venezüella ve Sudan’la arazi kiralama yoluna giden iktidarın gıda güvenliğinden anladığı şey insanlığın, ulusların, halkların gıda egemenliğinin tamamen yok edilerek, egemenliği şirketlerin elinde toplanması hedefinden başkaca bir şey değil.
Küçük ölçekli üretimler, tarımın sanayileşme sürecinde en büyük engel olarak değerlendirilirken sözleşmeli tarım bu sürecin sermaye adına en işlevsel uygulama biçimidir. Sermaye, çiftçiyle belirli nitelikteki ürün için sözleşme yapar, üreticiyi kendi uzmanlarıyla denetler ve başlangıçta belirlenen fiyat üzerinden ürünü satın alır. Bu süreçte enflasyon vb. gibi etkiler şirketi ilgilendirmez. Afet vb. durumda ise çiftçi afet sigortası yaptıramadıysa bu onun sonu anlamına gelir. Tarım yazarı Dr. Necdet Oral bu süreci anlaşılır ve yalın bir dille aktarmaktadır.
Dr. Necdet Oral, sözleşme ile bağlanan köylünün bilinen anlamda artık bir ‘köylü’ olmadığını belirterek, malını ve işgücünü birlikte kiraya veren bir tür ‘taşeronlaşmış işçiye’ dönüştüğünü belirtmektedir. Oral’ın, “Sözleşmeli tarıma zorunlu olarak kayan köylünün devletle bağları koparılır. Devlet sermayenin arkasında yerini alarak, ‘yeni’ köylülüğü (yani taşeron işçiyi) işvereni olan sermaye ile karşı karşıya bırakır” sözleri üzerinden iktidarın tarım eylem planı değerlendirilmelidir.
Kanunlarda yapılacağı belirtilen değişikliklerin tamamı tarımı şirketlerin hizmetine sunulmak için yapılacağını anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Meraları ipe sapa gelmez gerekçelerle yasaklayan sermaye iktidarının meraları, ormanları, suları, tarım arazilerini maden, enerji, turizm ve imar gibi sermaye etkinliklerine bağlayan iktidarın köylüyü ya da küçük üreticiyi düşünmek gibi bir durumu yoktur ve asla olamaz.
Geçtiğimiz aylarda Çay Kanunu meclise taşınmıştı. Kanun içeriği yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız her adımı içermekte. Hazırlanan Çay Kanununa göre çay sektöründe faaliyet gösteren işletmeler A, B ve C grubu işletmeler olarak gruplandırılarak çay üretiminin her aşamasının tekellerin kontrolüne verilmesini amaçlandığı anlaşılıyor. Teklifte, A veya B lisanslı işletmeler, ihtiyaç duydukları yaş çayı ‘sözleşmeli üretim ile temin edecekler’, her pazarlama yılı için sözleşmeli olarak temin edilmesi gereken ‘asgari yaş çay miktarı’ Bakanlık tarafından belirlenecek ve ‘çay yetiştirilecek alanları’ da Tarım ve Orman Bakanlığı tespit edecek.
Hemen hatırlatalım, İngiliz Unilever şirketi dünyanın en büyük çay tekeli bir şirket. Türkiye’de Lipton markası ile üretim süreçlerini ve iktidarın çay politikalarına yön veren özelliğe sahip. Unilever, Afrika ve Asya’da çok büyük arazilerde kölelik koşullarında çalıştırdığı işçiler ve sözleşmeli ‘taşeron işçiler’ eliyle yürütülen çay üretim maliyeti, Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar düşük. Ayrıca üretimi arttırma potansiyeli ise çok yüksek. Karadeniz de çay üretilmese dahi dünyanın en büyük tüketicisi olan Türkiye’yi çaysız bırakmayacak kadar da güçlü!
Yukarıdaki uyarılarımız ışında tütünü hatırlayalım. TEKEL’i ‘batak, zarar ediyor, arpalık’ gibi iddialarla kapatıp sigara üretimlerini dünya sigara ve tütün tekellerinin eline verme süreci yaşandı. Neredeyse tıpa tıp bir durum çay politikalarında kendisini gösteriyor. ÇAYKUR’da aynen tekel gibi zarara uğratılarak kapatılma veya satılma adımları açıktan atılırken, tütünde başımıza gelen her neyse çayda da gelecek ve sırasını bekliyor.
Türkiye coğrafyasının dört bir yanında yapılan tütün üretimi sigara tekellerinin çıkarı uğruna bir kaç bölge içine sıkıştırılmıştı. Bu dar üretimlere bile katlanamayanlar Türkiye’de ‘kaçak’ adı altında üretilen tütün için üreticilere yasaklar getirilerek tütün piyasası tamamen tekellerin eline teslim edildi. Bugüne kadar yaşadıklarımızı yaşatanlardan farklı bir uygulama bekleyenler varsa işimiz zor. Çünkü tütünde ne yaptılarsa çayda da benzer bir sürecin örüldüğü o kadar netki!