Danıştay’ın çok tartışılan Ayasofya kararını mimar Korhan Gümüş ile konuştuk: ‘Türkiye, öncelikle bu seküler olmayan kamu modeliyle yüzleşmek zorunda. Asıl yanlış kültürel-dinsel alana devletin müdahalesidir’
M. Ender Öndeş
Danıştay kararının ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Ayasofya kararnamesini imzalamasıyla birlikte uluslararası boyutu da olan bir dizi tartışma başlarken, aslında bir yandan da bu tür insanlık mirası eserlerin nasıl ve kim tarafından yönetilmesi gerektiği sorusu da gündeme geldi. Mimar Korhan Gümüş ile Ayasofya bağlamında devletin dinsel/kültürel alana müdahale hakkı ve kenti mozayiğinin nasıl ele alınması gerektiği üzerine konuştuk.
- İşin hukuki bölümü ve tartışması bir yana, teknik olarak hukuka uygun olsa bile kentsel açıdan, kentlerin tarihsel kültürel dokusu açısından Ayasofya meselesinde durum nedir?
Hukuk tartışması yapılıyormuş gibi gözükse de süreci hukuk belirlemiyor. Eğer bir vakıf mülkünün iadesi ise, devletin el koyduğu bütün vakıf mülklerini iade etmesi gerekir. Bütün vakıflara devlet el koymuş halde zaten. Osmanlı vakıflarının hiçbirisinin yaşamasına devlet izin vermedi ki.
Hukuk tartışmasını bir kenara koyarsak, mesele Ayasofya’nın mimari bir nesne olarak keşfiyle başlıyor. 19. yüzyılda, Sultan Mecid ve Mustafa Reşit Paşa’nın reform hareketi içinde, modernleşmeyle birlikte İstanbul’a gelen mimar Fosatti kardeşlerin onarım çalışmalarıyla Ayasofya bir nevi yeniden icat edilmiş oluyor, başka bir aşamaya geçiyor. Ayasofya dünya mimarlık tarihinin eşsiz bir örneği olarak yayınlarla, araştırmalarla tanıtılmaya başlanıyor. Artık yalnızca cihan hâkimiyetini sergileyen, efsanelerle anılan bir yapı olmaktan öteye geçiyor ve bilim çevrelerine açılıyor. Tarihsel değeri ön plana geçiyor. 1930’larda başlayan Amerikan Bizans Enstitüsü’nün çalışmaları, 1934’teki müzeleştirme kararı bu bilimsel ilginin tezahürleri.
Diğer taraftan bir başka dinamik de modernleşme sürecinin çelişkilerini milliyetçiliklerle, bastıran ulus-devletleşme süreci. Anadolu’daki Müslüman olmayan nüfusun kırımlarla kaybedilmesine karşılık İstanbul, Lozan Anlaşması’nın verdiği güvencelerle hala nüfusunun bir bölümünü koruyan bir şehir. Ama sonra, 1953 yılında ‘beş yüzüncü yıl’ vesilesiyle, ‘Fetih’ törenleri düzenleniyor. Şehirdeki Rum nüfusu kaçırmak, mallarına el koymak için sistemli ve illegal bir program uygulamaya konuyor, derin devlet ve destekçileri tarafından. Böylece hukuki olmayan, insan haklarını ayaklar altına alan bir süreç başlıyor.
Bu süreçte ‘Fetih’, tarihi bir olgudan çok, yeni durumu, şehrin bu zümreler tarafından ele geçirilmesini simgeleyen bir metafor olarak işlev görüyor. Şehir, şiddet yoluyla Rum nüfusunu kaybediyor, işlerine, mallarına, vakıf mülklerine el konuyor. Bu siyasal hareket şehrin İslamlaştırılması ve Türkleştirilmesini simgeleyen ‘Fetih’ ve Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi gibi girişimlerle motive ediliyor.
Yani, merkeziyetçi yönetim şehre daha fazla müdahil oldukça ‘Fetih’ söylemi daha çok gündeme geliyor ve Rumları kaçırmanın bir yolu oluyor. Bazıları yıkılmış Rum yapılarının üzerine olmak üzere bir dizi ‘Fetih Anıtı’ bu dönemde yapılıyor. ‘Zincirler kırılsın Ayasofya açılsın’ söylemi 1950’lerden sonra ulus-devletin dönüşüm aşamasına denk düşüyor, ondan önce pek öyle bir şey yok. Bu dönüşüm modelinin temelinde din ve kültür işlerinin devlete bağlı olduğu, sivil alanı imha eden, sekülerleşmemiş bir devlet işleyişi var. Devlet gücü kullanılarak farklılıklar ötekileştiriliyor ve tektipleştirici bir kamu modeli inşa ediliyor.
Sonuçta bu model sürekli çatışma yaratıyor. Nasıl Ayasofya müzeyken devlete, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlıysa, cami olduğunda da Diyanet İşleri’ne bağlı olacak. Her ikisinde de devlet sivil alana müdahale etmekte. Kültür işleri gibi din işlerinin de devlet bürokrasisine bağımlı olması seküler bir devlette kabul edilemez.
- Peki, bu tür kurumları kim yönetmeli?
Bakın Fransa’da da anıtlar, kiliseler, saraylar, müzeler var. Bunlar kamu mülküdür, devlete aittir ama devlet yönetmez. Bu temel bir laiklik perspektifidir. Kültürel alanın da dinin de devlet bürokrasisinden bağımsız olması gerekir. Yani laiklik kavramını kültüre doğru genişletmemiz gerekir; eğer seküler bir devletten söz ediyorsak. Cami de olsa, kültür kuruluşu da olsa devlet bürokrasisi tarafından yönetilemez. Devletle kültürel alanın ilişkilerini düzenleyen çeşitli mekanizmalar vardır.
- Nedir bu mekanizmalar?
Devletin sekülerleşmesi, kamusal nitelik kazanmasıyla eş anlamlıdır. Bilim, kültür, sanat, din bunların devlet yapısından ayrı olmaları demokrasinin temelidir. Yoksa devlet faşist bir devlet olur. Düşünceyi ifade özgürlüğü yalnızca politik alanda gerçekleşmez ki. Eğer kültür özerk değilse devlet ile toplum arasında bir asimetri oluşur. Bu sanatçıların, kültür insanlarının değil, herkesin özgürlüklerini ilgilendirir.
Ayasofya’nın yönetimi de bunun bir örneği. Seküler kamu düzenine sahip ülkelerde bu tür anıtlar ister din kurumu, ister başka bir şey yönetimleri özerk. O zaman “cami mi olsun, müze mi” diye bir tartışma yaşanmıyor. Dünyada nasıl tıp alanında gelişmeler oluyorsa, kültürel varlıklar konusunda da muazzam bir gelişme ortaya çıkıyor, arkeoloji konusunda mesela. Araştırmalarla, mühendislik çalışmalarıyla, kavramsal konularda daha önce hiç bilinmeyenler ortaya çıkarılıyor, vb. Bu araştırmaları devlet destekliyor, alan açıyor ama kurumlar, katılımcılar bağımsız. Devlet, kültürel alanın içeriğine karışmıyor, karışamaz da. Karışırsa bilim, kültür falan değil ideoloji olur.
O yüzden Ayasofya ve bu tür kurumlar tabii ki kamu mülkü olarak, kamunun tasarrufunda kalabilir ama bürokratların ya da siyasi iktidarın keyfine göre hiçbir kamusal alan tanımlanamaz. Taksim konusu da öyle. Opera (AKM) yapılmasıyla başladı, sonra tören alanının Tophane’den alınıp Taksim’e taşınması geldi ve o zamandan beri gerilim devam ediyor. Çünkü devlet seküler değil, kültürel alana sürekli müdahale ediyor. Yoksa yöntemler bulunur, hakemlik müesseseleri oluşur, müzakere alanı genişler, bir de o zaman halk bu işin içine başka türlü katılır. Şu anda halk belli bir eşiği geçemiyor; çan sesi mi olsun ezan sesi mi duyulsun noktasında takılıp kalıyor. Bunun da bir anlamı yok.
- Kudüs var mesela. Çok inançlı, çok kültürlü kadim bir kent. İsrail şimdi orayı başkent ilan ettiğinde bile “Ben Mescid-i Aksa’yı Sinagog yaptım” diyebilir mi?
Tabii ki diyemez, bunlar hafıza mekânları çünkü. Bu hafızaya müdahale edemez. Aslında Ayasofya aynı zamanda bir camidir. 500 yıl cami olarak kullanılmış. Bu bakımdan Cumhuriyet döneminde yapılan müdahale de ‘müzakere özürlü’ bir müdahale aslında. Yapının olağanüstü öneminin, uluslararası ilginin farkında olan yöneticiler müze fikrini geliştirmiş olabilirler. Ancak müzenin de nasıl bir müze olduğu ortada. Yalnızca ticari bir kuruluş gibi çalışıyor. İbadet etmek isteyenin, şehir halkının ücret ödemeden içeri girebilmesi gerekir. Yoksa bu kişisel özgürlüklere müdahaledir. Şehrin kendi hafızası, politikası açısından da farklı anlamlara açık olmalıdır. Örneğin onu bir kilise olarak görenlerin ibadetine de. Çünkü Hıristiyanlığın en önemli katedralinden söz ediyoruz, daha Avrupa’da böyle anıtlar yokken Ayasofya vardı. Bunu da hiç bir yönetim göz ardı edemez. Milliyetçilikle, ötekileştiricilikle şehri bu uluslararası anlam dünyasına kapatmak, şehre zarar verir. Evet, artık zincirleri kırmak, şehri bu merkeziyetçi şiddetin nesnesi olmaktan çıkarmak lazım. Türkiye, öncelikle bu seküler olmayan kamu modeliyle yüzleşmek zorunda. Bizans döneminde de Osmanlı döneminde de Ayasofya’nın yönetimi bağımsızdı. İmparator gelip orada taç giyse de tacı giydiren ayrı bir mekanizmaydı. Osmanlı’da bile öyle değil, bir vakfa aitti sonuçta. Ayasofya iki dünya imparatorluğunun bir simgesi olsa da devlet tarafından yönetilmiyordu.
Modernleşme sürecinde ise bunun çok ötesindeki bir deneyim olması gerekirken bu mücevher değerindeki anıtlar Ayasofya, Topkapı Sarayı, … aklınıza hangisi gelirse, çok kötü yönetiliyor, ticari bir nesne gibi. Turistler geliyor, o kadar. Tarih boyunca cihan hâkimiyetini simgelemiş, dünyada eşi benzeri olmayan bu yapının şehir halkıyla en ufak bir teması yok! Ziyaretçileri yurtdışından gelen insanlar. Neden geliyorlar? Hıristiyan oldukları için mi? Hayır, bu bilgi işlendiği için. Amerika’da bir Bizans merkezi var, İstanbul’da yok. Oysa kültürel alanın özgürleşmesi için çok büyük bir fırsat Ayasofya ve bu fırsatı göremiyoruz. Ben bu açıdan bu olayı değerlendirmekten yanayım. Çünkü bu olay, bütün çıplaklığıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşsal çelişkisini ortaya koyuyor. Dini alana müdahale ediyorsunuz. Şimdi Diyanet’e bağladınız, Diyanet, yani devletin bir kurumu dini yönetiyorsa zaten bu devlet seküler değil demektir. Diyanet kiliselere yardım yapıyor mu? Papazların maaşını ödüyor mu? Hayır. Demek ki sadece Müslümanlara ait bir şey.
Bakın kamuoyuna yansıyan tartışmalar bile abes bir yoldan yapılıyor. Şurada televizyonları izliyorum, ana akım televizyonlar bunlar. Hiçbirinde doğru dürüst tek bir tarihçi yok. Uluslararası bağlantılar da kurulmuyor, kendi kendilerine konuşuyorlar. İstanbul gibi bir şehir bu kalıplara sığar mı? Bu şehir halkına haksızlık. Hem uluslararası alanda, hem de yerelde bu konulara hâkim ve yeteri tarihçi var, sanat tarihçisi var ama bir teki bile ekranlarda yok. Oysa eşik atlamak budur; insanları bilgilendirmek müzelerin de, üniversitelerin de görevidir. Biz kendi kendimize konuşuyoruz burada.
- Ama bu zaten bir seçim malzemesi gibi görünüyor…
Evet, anlıyorum ama siyaset de sadece bunun üzerine kurulursa, sermayeyi de eritir. Kapalı bir anlam dünyası bu şehre zarar verir. Uzun vadede yararlı olacağı şüphelidir. Kendi zenginliklerini kendi yağmalayan bir topluluk düşünebilir misiniz? Oysa ortada muazzam bir değer var ve bilimle işlenmesi gerekir; TV izleyince ben bunları öğrenmek istiyorum.
Asıl mesele şu: Ben Cuma günü orada namaz kılacağım diyen bir siyasetçi varsa, hakkıdır, bunu diyebilir. Ayrıca müzeyken de biri Ayasofya’yı ibadet mekânı olarak görüyorsa görsün, gitsin ibadetini yapsın diye yazdım ben daha önce. Ama bunu devletin meselesi haline getirmek ayrı. İkisi arasında muazzam bir fark var. Çok katmanlı bir yapı olan Ayasofya’da bir Müslümanın ibadet etmesi ya da bir Hıristiyanın istavroz çıkarması ile bu işin devlet kararıyla yapılması arasında dağlar kadar fark var. Bu Taksim meydanının nasıl kullanılacağını şehir halkına zorla dayatmaya benziyor; ‘Taksim şöyle bir yerdir, orada şöyle yaşayacaksınız’ demek oluyor. Diğeri ise, sivil, seküler, özgürlükçü bir tavır. Herhangi bir Müslümanın, Hıristiyanın hatta bir dinsizin bu mekânı görme hakkı var, parayla girilmesi de zaten skandaldır bu arada.
Sonuçta tümüyle çelişkili bir süreç. Ama temel sorun, devletin kültürel alana müdahalesi sorunu. Hukuk yoluyla müdahale ettiklerini söylüyorlar; evet, geçmişteki karar da bir müdahaleydi ama yarım doğrulardan bir tam doğru çıkmıyor sonuçta. Yanlış yanlış olarak kalıyor ve asıl yanlış da kültürel-dinsel alana devletin müdahalesi.