Çeşitli tarihsel anlatımlar, Almanya’da faşizmin bir devlet biçimine dönüşmeye başladığı ilk yıllardan başlayarak bazı antifaşist kesimlerde “bu ağır krizi, bu çelişkileri kaldıramazlar, gidecekler” eğiliminin baskın olduğu yazar. Bu kesimlerdeki “iyimserlik” pasif bekleme halinin kafalarda meşrulaştırılması anlamına gelir aslında. Komünistler de dahil faşizme karşı mücadele edenin ön saflarında yer alması gerekenler, ilk ayak seslerini duydukları günlerde güçlerine güvenle ellerindeki tüm mücadele olanak ve biçimlerini harekete geçirmezler. Bu tutumda sandıklardan çıkan oy oranlarının önemli bir ölçüt olarak görülmesi etkilidir. Aslında farkına varılsın ya da varılmasın parlamenter bir sınırlanmışlık komünistleri de etkisi altına almıştır. Sosyal demokratlar açısından durum zaten böyledir.
Aralarında komünistlerin de bulunduğu hemen tüm siyasi aktörler, gelişmeleri burjuva diktatörlüklerinin alışılmış biçimleri içinden okurlar. Hitler iktidarını pekiştirme yoluna giderken de aslında olup bitenin “olağanüstülüğünü” kavramaktan uzaktırlar. Karşılarındaki gücün tarihsel olarak neye tekabül ettiğini, burjuvazinin o tarihsel kesitte neye ihtiyaç duyduğunu, bu açıdan da faşizmin aslında hangi sınıfsal güçlerin desteğini alarak nasıl bir gelecek tahayyülü içinde olduğunu anlamazlar.
Zaten son ana kadar kitleler de faşizme karşı sokaklardadır. On binlerce insanın katıldığı mitingler, protesto eylemleri gerçekleştirilir. Biraz da buna güvenirler. Her neye güveniyorlarsa büyük bir yanılgı içinde olduklarını kısa sürede anlarlar. Faşizmin herhangi bir burjuva diktatörlük biçimiyle kıyaslanmayacak olağanüstü bir biçim olduğu, paramiliter Nazi çetelerinin o gösterilerde halkın üzerine rastgele ateş açmasıyla biraz netleşir. Sosyal demokrasi saflarında ya da komünist partide örgütlü işçilerin bu güçlerce yıldırıcı bir teröre uğraması ve arkasından çeşitli tezgahlarla da iç içe geçecek biçimde komünist hareketin kısa süre içinde adeta imha edilmesiyle ilerler süreç…
Yaşanan gerçek daha anlaşılmamışken ilk önce komünistler ezilirken, ardından diğer kesimlere gelir sıra.
Fakat direniş bitmez, umut bitmez. Faşizm iktidarını pekiştirip ideolojik-siyasi-kültürel tahakkümünü kurduğunda bile direnenler vardır. O koşullar içinde olağanüstü denebilecek örgütlenme ağları, örgütleri yaratırlar. Fakat öncesinde olduğu gibi sonrasında da bu direniş öbekleri birleşmez. Bunda bile ne yaşandığının, nasıl bir tarihsel gerçeklikle karşı karşıya olunduğunun bilinçsel sınırları belirleyicidir. Önyargılar bu sınırlılık içinden sürdürülür.
Oysa, direnişi daha örgütlü hale getirmek kaçınılmaz olduğu kadar çok daha güçlü sonuçlar yaratmaya gebedir.
Sonrasında neler olup bittiğini biliyoruz.
Elbette o koşulların bugün aynı şekilde tekerrür edeceği ya da ettiği gibi bir yaklaşım doğru olmaz. Nitekim tarihsel dinamiklerdeki kesişmeler kadar farlılıklar da çok fazla. Fakat tüm faşistlerin ortak özellikleri konusundaki pratikler giderek aynılaşıyor. Hitler parlamento binasını (Reichtag) yakıp komünistlere fatura etti. İspanya’da Franco Guernica’yı yerle bir etti. Bu, faşist devletin kayıtlarına kadar ayrıntılarıyla girmişti. Ama Franco, yaptığı her konuşmada Guernica’nın kendi antipropagandasına malzeme yaratmak isteyen “kızıllar” tarafından bombaladığını yineleyip durdu. Örnekler çoğaltılabilir…
İçinden geçtiğimiz bıçak sırtı dönemle bu pratikler arasındaki benzerlik yabana atılacak gibi değil. Bugünkü iktidarın söylem ve pratikleriyle birlikte düşünecek olursak sayısız örnek sayabiliriz. Son olarak Taksim’de gerçekleşen bombalı saldırı bunun sadece bir göstergesidir. Kürt özgürlük hareketinin yapmadığı apaçık ortada olan bu saldırı üzerinden sahnelenmeye çalışılanlar herkesin gözü önünde yaşanıyor.
Dünyada emperyalistler arası güç ilişkilerinin keskin bir rekabet ve çatışma biçiminde kendisini gösterdiği, Türkiye gibi bağımlı ve emperyalist hayaller kuranların yeniden şekillenecek dengeler içinde rol ve toprak kapma siyasetiyle hareket ettiği bir konjonktür bu. Tamamlayan esas faktör de sistemin kendisini eskisi gibi bırakalım orta vadeyi kısa vadede bile üretememesi ve dünya işçi ve emekçilerinin, ezilen halklarının bu keşmekeşe eyvallah demeyip hemen her yerde isyanla, direniş ve grevlerle sarsıcı bir hareketlilik içinde olmasıdır. Güçlü bir gelecek tasavvurunu ifade edecek programlardan, örgütlenme ve öncülük faktöründen yoksun olsa da bu isyanların biri bitmeden diğerinin baş göstermesi, krizin çap ve derinliğinin dile gelmesidir.
Türkiye’de de öyle değil mi? Geleneksel olarak sistemin temel dayanağı olan sınıflar da dahil hemen her kesimde birikmiş bir öfke ve bu öfkenin çeşitli biçimlerle dile gelmesi, direnişe dökülmesi sözkonusu. İşçi sınıfı yılların örgütsüzleştirme ve bir sınıf olma vasıflarından uzaklaştırılma saldırılarına rağmen birçok yerde sendikalaşmaya yöneliyor, ücret sınırlarını aşamasa da tepki gösteriyor ve iniş çıkışlarla da olsa kendisini yeniden bir sınıf haline getirmenin birikimini oluşturuyor.
Yukarda ifade etmek istediklerim olağanüstü bir deneyim hazinesidir. Olağanüstü dönemlerden geçiyoruz. Tarihin sözkonusu karanlık sayfalarının burjuvazi cephesinden güncellenmeleri uzak bir ihtimal değil. Bu çağ döngüsü, burjuvazi açısından gücün merkezileştirilmesini, olağanüstü devlet biçimlerini zorunlu kılıyor. Faşist şefler buna uygun biçimde her yerde tarihsel öncellerini tekrarlayacak bir dil ve pratikle “konuşuyor”. A partisi gidip B partisi gelse de nesnel koşullar gereği bu güç yoğunlaşması adeta bir zorunluluk. Önümüzdeki günlerse bunun daha da keskinleşeceği günler.
Tam da bu noktada birleşik mücadele; zayıflıklar, güçsüzlükler nedeniyle bir araya gelmek değil, tarihsel koşulların önümüze koyduğu bir görev olarak anlam kazanıyor. Birleşik mücadelenin misyonu kadar içeriği de o tarihsel deneyimlerden beslendiği için nettir. Bu misyonun esasını; her türlü parlamenter hayale, edilgenliğe, bu hayalleri yaymaya karşı tutum almak oluşturur.
Olağanüstü dönemlerin olağanüstü rejim ve devlet biçimlerinin tahkim edilmesiyle karşı karşıya olduğumuz bu koşullarda sandıktan çıkacak oy sayısı en fazla demokratik toplumsal muhalefetin çapının anlaşılması açısından anlamlıdır. Esas olan olağanüstü dönemlere de uygun olarak “Olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamaktır”! Bugün kitleler bizim dışımızda da o koşullara şarkılar söyletiyor. Mesele, dönemin olağanüstülüğünü de kavrayarak bu dansın yönünü parlamenter hayallerle saptırmak değil, devrimi merkeze koyan bir ritme dönüştürmek, gücümüzü bu noktada yoğunlaştırmaktır. O hayallerin yarattığı acı sonlar tarihteki deneyimlerle sabittir.