Sömürgecilikten kurtuluş sorununun kapitalizmden kurtuluş sorunuyla kaynaştığı bir noktaya geldiğimiz aşikâr. Sömürgesel devrimle metropol devriminin birbirinden ayrılamayacağı, aynılaştığı, aynı düzlemde yer alacağı bir dünyaya mı vardık?
Orhan Veli’nin şiirinin aksine, her şey birdenbire olmadı. Proleterleşmenin nüfus açısından sonuna birdenbire gelmedik, insanların kullanım değerlerini üretmesinden kullanım değerlerinin insanları üretmesine birdenbire varmadık, değer üreten insan emeğinin insanın bilinçli üretici faaliyetinin dışına taşması birden bire ortaya çıkmadı; her şey birden bire olmadı. Güneş altında yeni olmayan tek şey fikirler değil. Bugünün maddi, gerçek koşullarını tanımlayan olgular da yeni değil; gözümüzün önünde olgunlaştılar, bugünkü nitelik belirleyici hallerine geldiler.
Bugünün kapitalizminin yeni, Marx’ın açıkladığı işleyiş şemasını aşan gerçekliklerinin altında yatan “büyük olay”ın, bildiğimiz anlamdaki[1] proleterleşme sürecinin tamamlanması olduğu kanısındayım. Dünya nüfusunun proleterleştirme sürecinin tamamlanması, ne oluş biçimi itibariyle, ne de mantıksal sonuçları itibariyle kapitalizm tarihinin alelade bir olayı sayılamaz.[2] Kapitalizmi eskisi gibi sürdürülebilir olmaktan çıkaracak olan bu gelişmenin, sermayenin gelişme sürecini bir üst evreye taşıyan mali sermayenin kapitalizmin yeni bir çağını, tekelci kapitalizm/emperyalizm çağını başlatmasıyla kıyaslanabilecek (hatta daha büyük) sonu lar yaratması beklenmelidir.
Bu dizinin şimdiye kadarki yazılarında bu sonuçları yansıttığını düşündüğüm kimi olguları ele aldım. Şimdi biraz geriye giderek önce, dünya nüfusunun proleterleştirilmesi sürecinin tamamlanmasını getiren son “proleterleştirme dalgası”nın üzerinde durma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü dünya tarihinin en büyük proleterleştirme dalgası olarak yaşanan ve bundan sonra aynı türden bir başkasını göremeyeceğimiz bu son proleterleştirme hareketi, aynı zamanda sermayenin bugünkü egemenliğinin içerisinde örgütlendiği bir süreç olarak yaşandı. Ve çünkü sermayenin bugünkü politik, ideolojik, moral egemenlik araçları, dünya nüfusunun hemen her zerresine ve dünyanın her köşesine yayılan bu proleterleştirme dalgasını ortaya çıkarmak ve yönetmek için geliştirdiği mekanizmalardan evrildi. Dolayısıyla, son proleterleştirme süreci, içinde yaşadığımız ve hala burjuva toplumunun evrimsel bir uzantısı olarak düşünebileceğimiz bu yeni toplumsal ilişkiler bütününün kurucu sürecidir ve onu kavramamız için önemli bir referans noktasını oluşturur.
Neyin içerisinde yaşadığımızı anlamak için, “Dünya tarihinin en büyük proleterleştirme süreci”nin hangi açılardan “en büyük” sıfatını kazandığını da görmekte yarar var.
Her şeyden önce bu süreç niceliksel açıdan dünya tarihinin en büyük proleterleştirme dalgası. İngiltere’de kabaca 16-19. yüzyıl arasındaki üç yüz yılda gerçekleşen ve İngiltere’yi dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesi haline getiren proleterleştirme sürecinde proleterleşen nüfusa bakalım. Toplam nüfusu 17 milyon olarak saptayan 1851 sayımının verilerine göre 10 milyonluk çalışan nüfusun 3 milyonu proleterlerden oluşuyor. 20. yüzyılın başında bir “Avrupa süreci” olan işçileşme sürecinde en büyük işçileşme hareketlerinin yaşandığı İngiltere, İsviçre, Belçika ve Fransa’da proleterleşme oranı çalışan nüfusun %40’ının biraz üzerinde. Yani kapitalizm, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar 1,6 milyarlık dünya nüfusu içerisinde 400 milyonluk bir dilim oluşturan Avrupa nüfusunun istihdamdaki yaklaşık 200 milyonunun 50 milyon kadarını işçileştirebildi. 80 milyonluk Kuzey Amerika’da ise bu rakam 1900 yılı itibariyle 10 milyon dolayında. 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar gelen dört yüz yılda sermayenin işçileştirdiği, mülksüzleştirdiği, disipline ettiği ve işe koştuğu toplam insan sayısı 60-70 milyon ya var, ya yok. 1900’den 2015’e kadar işçileştirilen nüfus 3.5 milyar. Yani kapitalizmin tarihi içinde 115 yıllık emperyalizm çağında işçileştirilen nüfus, yüzlerce yılda işçileştirilen nüfusun yaklaşık 50 katı. 1980-2015 arasında işçileştirilen nüfus ise neredeyse 2 milyar! Emperyalizme geçişle büyük bir sıçrama yapan proleterleştirme hareketi, son 35 yılda ilk 80 yılında sağladığı gelişmenin bir buçuk katına ulaşan bir ivme yakaladı. Sermayenin proleterleştirme sürecine 20. yüzyılın son çeyreğinde kazandırdığı bu büyük çap ve hızın ciddi bir kontrol sorunu yaratacağı ortada.
“Proleterleştirme süreci” bir anda gerçekleşmeyen, mülksüzleştirme, boyun eğdirme ve emek gücünü satmak zorunda bırakma momentlerinden oluşan bir süreç. Proleterleştirme sürecinin yönetimi, burjuvazinin siyasal-toplumsal iktidarını şekillendiren, kurucu bir eksen. Proleterleştirme sürecinin bu yönünü, burjuvazinin diktatörlüğünü ve hegemonyasını somut olarak şekillendiren hapishanelerin, akıl hastanelerinin, aile hukukunun, polisin, sosyal yardım organizasyonların birbirini tamamlayan fonksiyonlarla işe koşularak yönetildiği Avrupa (sanayi devrimi sürecinin üzerinde yükseldiği) proleterleştirme sürecinden tanıyoruz. 19. Yüzyıl Avrupa’sında, yalnızca 50 milyon kişiyi işçileştirmek için geliştirilen zorbalık kurumları, ideolojik tahakküm araçları ve iktidar oyunları, toplumlara damgasını vuran kurucu dönemler olarak ayrı, özel bir anlam kazandılar. İngiliz burjuvazisinin “Victoria Çağı” olarak adlandırılan ve yarım yüzyılı aşan modernleşme döneminde yönettiği proleterleştirme süreci 1900’e gelindiğinde 30 milyonluk bir nüfusa sahip olan Birleşik Krallık’taki 5-6 milyon insanı içine alıyordu. Bunun çok üzerinde rakam ve oranların sözkonusu olduğu Brezilya, Meksika, Güney Kore veya Türkiye’nin 1980 sonrasındaki proleterleştirme süreçlerinde emperyalizmin ve oligarşilerin daha az “özel” yönetim stratejilerine ihtiyaç duyduğu düşünülebilir mi? Daha önce işçi olmayan milyonlarca insanı (örneğin Türkiye için bu rakam 1980’den 2015’e kadar ele alındığında 13 milyon dolayındadır) işçileştirmek ve yönetilebilir bir halde tutabilmek için burjuvazinin uyguladığı stratejilerin, oluşturduğu özgül zor ve onay mekanizmalarının emperyalizmin ve oligarşilerin “her zamanki” tahakküm kurumları/rejimleri olarak kalması beklenebilir mi? Proleterleştirme sürecinin deneyimleri üzerinde şekillenen kamuoylarında siyasi gericiliğin ve faşizmin kazandığı geniş etki alanlarını ve sosyalizmin kaybettiği çekim gücünü “SSCB’nin çözülmesi ve sosyalizmin inandırıcılığını kaybetmesi” üzerinden kavramak yerine, proleterleştirme sürecinin yönetiminin burjuva politikalarına karşı işçi sınıfının bulunduğu konumdan (proleter devrimci) alternatiflerin üretilmesindeki pratik ve teorik yetersizlikler, hatalı yaklaşımlar üzerinden anlamaya çalışmamız ve sosyalist hareketin bugünkü kötü durumunu bu “tahkimattaki sorunun cepheye katlanarak yansıması” açısından değerlendirmemiz gerekmez mi?
Son işçileştirme dalgasının proleterleştirdiği kitle sadece nicel büyüklüğü bakımından değil yayıldığı coğrafya açısından da özellikli. 1980’den 2015’e kadar uzanan süreçte gelişmiş kapitalist ülkelerin yıllık işgücü artışı oranı ortalama %0.2 dolayındayken, Güney Asya, Orta ve Güney Amerika, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da bu oran %3’e ulaşıyordu. Yani son 35 yılda işçileştirilen nüfus sömürgeler dünyasının nüfusu. Emperyalist sömürgeciliğin 19. Yüzyıl sonundan 1945’e uzanan yarım asrında egemen olan klasik yöntemleri, sömürge ülkelerin ekonomik alt yapısının tahribine yol açıyordu. Sömürgecilik nüfus azalmasına yol açan açlık ve salgın hastalıklarla aynı anlama geliyordu. Yeni sömürgeciliğin emperyalist sömürgeciliğin egemen biçimi haline gelmesinden sonra bu durum kısmen değişti; emperyalist merkezin güdümlediği, yerel dayanaklı cılız bir sermaye birikimi üzerinde gelişen bağımlı “sömürge kapitalizmleri” sahneye çıktı. Yeni sömürgelere özgü kapitalizmin gelişmesinin ilk evresi nüfusun sınırlı bir grubunun (mümkün mertebe kırsal bağlarını ve patriyarkal dayanaklarını koruyarak) proleterleştirilmesini öngörüyordu. Ancak neoliberal yeni sömürgecilik politikalarıyla birlikte, yeni sömürgelerde nüfusun tamamının, İngiltere’deki “çitleme” (enclosure) hareketine rahmet okutacak yöntemlerle geçim araçlarından koparılmasına ve muazzam bir siyasal ve toplumsal şiddete eşlik eden disiplinasyon süreçleriyle işçileştirilmesine girişildi. Sermaye sadece bununla da yetinmedi; bazı ülkeler ve bölgelerde yaratılan güdümlü iç savaş, işgal ve soykırım ortamlarıyla büyük nüfus grupları mültecileştirilerek başka yeni sömürgelerdeki işçileştirme süreçlerine eklemledi. Sermayeye dayalı üretimin ve işçileştirmenin yeni sömürge toplumlarındaki bu genişlemesi emperyalist sömürgecilikle kapitalist “gelişme” arasında yüksek düzeyli bir kaynaşmayı beraberinde getirdi. Proleterleştirme ile sömürgecilik arasındaki bu kaynaşmanın sömürge ülkelerde sağladığı “gelişme”nin gerçekte bir gelişme mi yıkım mı olduğunu tartıştığımızda, karşımıza çıkan tablonun yıkım yönünde olduğunu görüyoruz. Bu sonuca varmak için, bundan 40 yıl önce de birer yeni sömürge olan Brezilya, Meksika, Güney Kore ve Türkiye’nin zaman içindeki konumlarının kabaca hatırlanması dahi yeterlidir. Dolayısıyla sömürgesel yıkımın yeni bir biçimiyle, kapitalist biçimiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Öyleyse, sömürgecilikten kurtuluş sorununun kapitalizmden kurtuluş sorunuyla kaynaştığı bir noktaya geldiğimiz de aşikâr. Peki ama sömürgecilikten kurtuluşun sosyalist programı ve stratejisini, “ulusal kurtuluş”, “milli demokratik devrim”, “ulusal demokratik halk devrimi” programlarından, stratejilerinden ayıran özellikleri neler? Sömürgesel devrimle metropol devriminin birbirinden ayrılamayacağı, aynılaştığı, aynı düzlemde yer alacağı bir dünyaya mı vardık?
Dünya tarihinin en büyük proleterleştirme süreci geride kaldı; ama önümüze koyduğu sorunların derli toplu bir tartışmasına kalkışamadık bile.
Dipnotlar:
[1] “Bildiğimiz anlamdaki proleterleşme”den kastım, insanların üretim araçlarının sahipliğinden koparılıp, geçimlerini emek güçlerini satmaktan başka bir yolla sağlayamayacak hale getirilmeleridir. Yeni emek biçimlerinin, emeğin yeni meta biçimlerinin ve yeniden proleterleştirmenin de içerisinde yer aldığı “proleterleştirme sürecinin keşfedilmemiş yeni toprakları”nı bundan ayırıyorum. Bunları, proleter varoluşun, bildiğimiz anlamdaki proleterleşme sürecinin tamamlanmasına bağlı olarak gelişen yeni yönleri olarak ele almamız gerektiği eğilimindeyim.
[2] Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim sürecinin en temel bileşeninin, emek gücünün, artık bu süreci bugüne kadar olduğu biçimde ilerletmesinin imkansız hale gelmesi iki mantıki sonuca ulaşabilir. Ya sorun aşılamaz ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretim kapasitesinin sonuna ilerlenir, bu noktaya gelen antik ve feodal üretim biçimleri gibi kapitalizm de tarihsel sonuna gelir ve yerini (sömürüye dayalı veya değil) bir başka toplumsal üretim sistemine bırakır, ya da sermaye, emek gücünü ve/veya emeğin meta biçimini işgücüne (çalışan ve çalışmaya aday nüfusa) bağlı olmaktan çıkaracak bir biçimde genişleterek toplumsal emeği, genişletecek yeni kaynaklar yaratır ve dolayısıyla sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini devam ettirecek yeni bir toplumsal temel oluşturur. Şu an yaşamakta olduğumuz yeni gerçeklikleri bu iki olasılıkla bağlantılı olarak ele almamız gerektiğini düşünüyorum.