Aziz Ferman
Egemenler, kendi sistemleri ve iktidarları açsından tehlikeli buldukları düşünce ve inanç sistemlerinin toplumsallaşmasını engellemek için “tecrit”i, bir korunma mekanizması olarak üretmişlerdir. Yani bir düşünceden, o düşünsel akımdan korunmak için tarih boyu başvurdukları yöntemin adı “tecrit” olmuştur. İktidar kurup da tecrit uygulamayan hiçbir din, mezhep veya ideolojik akım olmamıştır. İktidarın doğasında bu zor yöntemi gizil olmuştur. Özgürlük vaat etmeyen iktidarların olmadığı gibi kendinden olmayana karşı da tecrit uygulamayan iktidarlar olmamıştır.
Hele ki iktidar devletmişse, devletin içerdiği bütün zor aygıtlarını da kendi iktidarını sağlamlaştırmak ve kalıcılaştırmak için tecridi, tüm toplumun gözeneklerine kadar işlemeyen iktidarlar da olmamıştır. Tarihin tüm devindirici, hareket ettirici güçleri, kendilerini iktidara taşıyana kadar toplumsal özgürlükten, adaletten ve eşitlikten bahsetmiş ama iktidarla buluşur buluşmaz toplumun özgürlük isteklerini “zararlı” talepler ve düşünceler olarak gördüklerinden ilk başvurdukları yöntem, tecrit uygulamak olmuştur.
Tarihte bunlar, “örtülü krallar ve maskeli tanrılar” olarak ortaya çıkmışlar, günümüzde ise “çıplak krallar ve maskesiz tanrılar” olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Onlara göre her şey kendi iktidarlarını korumak üzere kurgulanır. Hikayenin gerçeği, büyük yalanlardır. Kendisinin dışındakine tecrit uygulamayı bir yöntem olarak tercih eden hangi güç veya yapı olursa olsun temel başvurduğu yöntem büyük yalanlardır.
Hani “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” denmesi gibi, tecride alınmak istenen bir düşünce ideolojik hal aldığında tecrit yöntemi anlamsızlaşır. Tıpkı İmralı tecrit sistemi gibi uygulayanların da başına bela olur. Bir düşünce ideolojik muhteva kazandığında aynı zamanda eyleme de geçmiş olur. Tarihten de biliyoruz ki, eyleme geçmiş bir hakikati durdurmaya hiçbir kudret muktedir olamamıştır.
Bu anlamda İmralı tecrit sistemi, daha başından anlamsızlaşmıştır. O, bir tecrit değil, tamamen bir işkence sistemidir. Her şeyden önce bunun doğru tanımlanması gerekmektedir. Çünkü, İmralı’da uygulanan işkence sistemi, bir intikam sistemi olarak uygulanmaktadır. İmralı’da PKK Lideri Öcalan’a uygulanan işkence, aslında Kürt toplumsallığının mücadelesiyle doğrudan ilintilidir. Kürt toplumsallığı, ütopyası olan özgürlük düşüne yaklaştıkça soykırım rejimi de tam bir intikam hareketi olarak işkence sistemini toplumsallaştırıp yaygınlaştırmaktadır.
Bu nedenle mevcut iktidardan şu ya da bu düzeyde rahatsızlık duyan tüm toplumsal katmanlar, sınıflar, etnik kimlikler ve inanç grupları varlıklarını ancak bu mücadele karşısındaki tutum, davranış ve eylemleriyle tarif edebilirler. “Ben kendi özgürlüğümü istiyorum, başkası veya başkaları beni ilgilendiremez” dendiği anda, onun da bir demagoji olduğunu söylemek gerekiyor. Toplumsallaşmamış hiçbir özgürlük mücadelesi olmayacağını doğru anlamak gerekiyor.
Toplumsal adalete, eşitliğe ve özgürlüklere en açık olması gereken Türkiyeli emekçilerin, AKP-MHP iktidarından rahatsız olmayan hiçbir katmanı kalmamıştır. AKP-MHP iktidarı emekçilerin sadece geleceklerini gasp etmemiş, günlük yaşamını bile sürdüremez noktaya getirmiştir. Dolayısıyla Türkiyeli emekçilerin en acil görevi, günü kurtarmak yerine geleceği bugünde kurmasıdır. Bu nedenle, toplumsal özgürlük taleplerini reddetmek yerine, başkalarının özgürlüğünden kendi özgürlük sınırlarımızı oluşturmak gibi tarihi bir sorumlulukla karşı karşıya olduğumuzu doğru anlamalıyız.
Kürt toplumsallığının hiçbir ferdi, Türk toplumsallığından daha fazla bir talebi olmamıştır. Tersinden söylersek, soykırım kıskacındaki Kürt toplumsallığından da hiçbir Türk ferdi daha fazla yararlanmamıştır. Ülkenin tüm zenginlik kaynaklarını tüketen AKP-MHP rejimi, Türkiye toplumsallığının iş sağlığı kadar iş güvencesini de tüketmiştir. İşsizlik rakamları her geçen gün çığ gibi büyümektedir. İşsizlik rakamlarıyla birlikte diğer toplumsal sorunlar da aynı oranlarda artış trendindedir. Toplum, hızla açlık ve kaos sürecine doğru sürüklenmektedir.
Onun içindir ki, Türkiyeli emekçiler en başta kendi emek bilinçlerine yönelmek zorundadır. Emek bilincinin farkında olmamak, toplumsallığa yapılabilecek en büyük hakaretlerden biridir. Kürt toplumsallığı böyle bir özgürlük bilinci yarattığı için önü alınamıyor. Kürt toplumsallığı Öcalan gerçeğiyle sağlam bir paradigmaya ulaşmamış olsaydı herhalde bu kadar da direnme imkanı bulamazdı. Salt ulusal kimliğin farkındalığı bile bu denli güçlü bir mücadelenin zemini olamazdı. Kürt toplumsallığından daha güçlü ulusal bilince sahip olup da varlığını korumakta güçlük çeken halklar da var.
Bu anlamda Kürt özgürlük mücadelesini sadece bir ulusal özgürlük mücadelesi olarak görmek ve tanımlamak çok büyük yanlışı olur. Yanlıştan da öteye tarihi fırsatların tüketilmesine, özgürlük hayallerinin ötelenmesine neden olur. İmralı işkencesine karşı yürütülen mücadeleyi özünde bir demokrasi mücadelesi olarak görmek, daha genel anlamda özgürlük mücadelesi olarak tanımlamak, tarihsel sorumluluğu da doğru tanımlamak anlamına gelir.