Artan Coronavirüs salgınıyla birlikte kapitalist modernite biraz daha teşhir olmuş durumdadır. Toplumlar, kapitalist modernite ve onun endüstriyel zihniyetiyle birlikte yaşamın sürdürülemeyeceğini anlıyor ve tavır, tutum geliştirmeye çalışıyor. Toplumların bu çıkarsaması, önümüzdeki sürecinde politik hattını ve eylemsel pratiğini de yavaş yavaş olgunlaştırıyor.
Salgının daha başında yürütülen tartışmalar, büyük oranda kapitalist modareniteyi korumayı amaçlıyordu. Bu anlamda küresel sermaye grupları bu amaçla kendilerine yeni merkez uygarlık alanları keşfetmeye başlamışlardı. Çin bu anlamda küresel sermayenin merkez üssü olarak görülüyordu. Hala da bu arayışları bitmiş değildir.
Toplumsal geleceğin yine teknikle kontrol edilebileceği, tekniğin gücüne dayanarak toplumların kendi varlığını sürdürebileceği öngörülüyordu. Hatta bilişim teknolojileri bakımından güçlü olan şirketler bu alana dönük yatırıp yapmaya bile başlamıştı. Ama salgının artarak devam eden hızı tüm bu güçleri farklı arayışlara taşıdı.
“Salgın bitiyor, normalleşmeye geçiyoruz” dediler ama esas olarak salgınla birlikte yaşamayı normalleştirdiler. Şimdide de hemen hiçbir ülke salgını kontrol edebilir konumda değildir. Türkiye gibi bir çok ülke rakamların tılsımına sığınarak demagojik söylemlerle kendilerini sürdürmeye çalışıyorlar. Ama artık “mızrak çuvalı sığmıyor”. Salgın kontrol edilemediği için kapitalist modernite zihniyeti ve onun endüstriyel ekonomi politikası da sürekli eriyor. Hali hazırda ne salgın kontrol edilebiliyor nede ideolojik erime durdurulabiliyor.
Halklar ve emekçiler için bu durum, çok büyük bir tarihsel fırsat anlamına geliyor. Kapitalist modernite güçleri bile salgın karşısında insanı yeniden keşfetmeye çalışıyor. “Refah” ve “özgürlük” toplumu olarak sundukları AB ülkeleri salgınla birlikte ulus devleti yeni keşfeder gibi birbirlerine sınır kapılarını kapatınca halklar ve toplumlar “hani biz birleşerek sorunlarımızı çözecektik. Sınır kapıları kapanınca birliğimizin ne anlamı var” deyip, içten içe birliğe karşı kazan kaynamaya başlayınca AB sermayedarları geri adım atıp bir süreliğine de olsa kaynayan kazanın altındaki ateşi söndürme çabası içerisine girmiş olsalar da esas olarak ateşi tümden söndürecek bir model sunabilmiş değillerdir. Dolaysıyla model, halkların ve emekçilerin oluşturacağı güçlü mücadeleyle oluşacaktır. Bu mücadele doğru örgütlendirilir ve doğru yönetilirse kapitalist moderniteyle demokratik uygarlık sistemi bu mücadele sonun da bir denge durumu yaratabilir. İki büyük dünya savaşının yıkım ve tahribatları üzerine oluşan tarihsel tecrübe bakımından AB ülkeleri bu dengeye daha yakın ülkelerdir.
Çünkü salgınla mücadele de tekniğin dolayısıyla endüstriyel sermayenin başarılı olmadığı, şimdiye kadar ürettiklerinin de gelecekte ne gibi salgınlara neden olacağı da bilinemediğinden salgına karşı en sağlam yöntem olarak toplumsal dayanışmanın etkin bir mücadele yöntemi olduğu, olacağı anlaşılmış durumdadır. Sekiz aylık salgınla mücadelenin açığa çıkardığı ve kalıcı çözüm imkanı üreten biricik yöntem olarak toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın daha sonuç alıcı olduğu, olacağı açığa çıkmış bulunmaktadır. Salgınla mücadelede toplumsal dayanışmayı önceleyen her ülke, salgınla mücadelede biraz daha rahat hareket edebilmektedir.
Salgını bahane ederek kendi iktidarlarını daha sağlama alma çabası içerisinde olan totaliter devlet yapılanmalar ise toplumsal dayanışmaya da tahammül gösteremediklerinden salgın, çok daha kapsamlı ve hızlı yayılmaktadır. Türkiye’de devletin günlük rakamlarıyla, salgınla etkin mücadele içerisinde bulunan kurumların sahalardan topladıkları rakamlar arasında uçurumlar oluşmaktadır. Devletin günlük rakamıyla her hangi bir ilin rakamları neredeyse aynı gibi görünmektedir. Dolayısıyla devletin rakamlarını bir kenara bırakarak daha köklü, kapsamlı mücadele yöntemleri içerinde olmak kaçınılmaz gibi görünmektedir. Onun için Türkiye gibi totaliter ve baskıcı yönetimlere karşı mücadeleyi genel demokrasi mücadelesiyle birleştirmekten başka hiçbir mücadele yönteminin salgınla baş edemeyeceği çok daha net bir biçimde görünmektedir. Bu anlamda Türkiye emekçileri ve halkları, genel özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle salgınla mücadeleyi birleştirerek sürece yönelirlerse çok daha büyük kazanma ve başarma imkanları ortaya çıkmıştır.
Salgınla mücadelenin en etkin alanı olan sağlık emekçileri, salgından da en fazla etkilenen kesimi oluşturmaktadır. Bir toplum en başta kendi “sağlık meleklerini” kaybederse, toplumun kendi sağlığına güvenle bakmasının da imkanı kalmaz. Coronavirüs en başta böyle bir güven kaynağını yok etti. Dolayısıyla toplumun kaybettiğini tekrar kendisinde aramasından başka bir yol da kalmamıştır. Onun için toplumların kendi toplumsallıklarına yönelerek, toplumsallık adına kaybettiklerini tekrar kendi toplumsallıklarını inşa ederek yaratabilirler. Bu da ancak birleşik, örgütlü ve toplamsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı mücadelenin merkezine yerleştirilerek başarılabilir.