Kürsüden ‘Beni mahkûm edin, bunun hiçbir önemi yok. Tarih beni beraat ettirecektir!’ diye haykıran adam, o gün belki yenilmiş biri gibi görünüyordu ama tarih, gerçekten de tam onun dediğini yaptı. 6 yıl sonra Küba özgür bir ülkeydi!
M. Ender Öndeş
Birçok kişi Küba Devrimi gibi önemli bir işi başarmış bir hareketin adının neden ‘26 Temmuz’ olduğunu merak eder. Bu, tarihsel kökleri olan bir isim ve şu anda da Küba Devrimi’nin gerçek başlangıç tarihi olarak bilinen Moncada Kışlası baskınına dayanıyor.
26 Temmuz 1953 tarihinde, liderliğini Fidel Castro’nun yaptığı bir grup devrimci Santiago de Cuba’da bulunan Moncada Kışlası’nı ele geçirmeye çalıştı.
Olup bitenlerin bir arka planı vardı elbette. Küba’da 1950’den itibaren başlayan çöküş, halkı açlığa mahkûm ederken, 11 ABD şirketi, bir milyon 200 bin hektarlık alana ve toplam üretimin yüzde 47.4’üne tekabül eden miktardaki şeker kamışı üretimine hâkimdi. 10 Mart 1952’de darbe yaparak iktidarı ele geçiren Fulgencio Batista da zaten bu şirketlerin has adamıydı. Ancak bu durum direnişi de yükseltti ve 26 Temmuz’da ülkenin ikinci büyük askeri üssüne baskın yapan devrimciler böyle bir ortamda yetişti.
Çılgın bir plan
26 Temmuz 1953 günü 153 kadın ve erkek sabah saat 05.15’te Küba’nın 2’nci büyük askeri garnizonu olan Moncada Kışlası’na saldırmak üzere harekete geçti. Hedef cephaneliği ele geçirerek ordunun kullanımına kapatmak ve silahları şehirdeki diğer devrimcilere dağıtmaktı. Diğer grup ise radyoyu ele geçirerek halkı ayaklanmaya çağıracaktı. Plan cüretkârdı evet ama aslında en ufak ayrıntısına kadar tasarlanmıştı. Ancak o gün Santiago Karnavalı’nın kalabalığı planlarını gerçekleştirmelerini engelledi ve plan yürümedi. 153 devrimciden çatışmalar sırasında sadece 5’i öldürülmesine rağmen 56’sı kışlada ele geçirildikten sonra Batista kuvvetleri tarafından kurşuna dizilerek ya da işkenceyle katledildiler. Fidel’in de aralarında bulunduğu dağlara doğru giden grup ise bir hafta içinde çoğu yaralı olarak yakalanmıştı. 51 devrimci mahkemeye sevk edilirken, aralarında muhalif liderlerin de bulunduğu ve ayaklanmaya katılmayan 65 kişi de tutuklandı.
Ayaklanmak görevimizdi
Sonrası, mahkeme aşamasıydı. Fidel ilk kez 21 Eylül 1953 tarihinde mahkemeye çıktı. Kendisi oldukça başarılı bir avukat olduğu için birlikte tutuklandığı arkadaşlarının da savunmasını üstlendi. Savunmasını Batista hükümetinin yasadışılığına dayandıran Castro kanunsuz bir iktidara karşı ayaklanmanın her vatandaşın görevi olduğunu söylerken, ayaklanmanın liderinin kim olduğu sorusunu ise bağımsızlık kahramanı Jose Marti’nin adını vererek yanıtladı. Böylece, gruptan sadece 26 devrimci suçlu bulunur ve hafif cezalara çarptırıldı. Yalnızca Raul Castro 13 yıla mahkûm edildi.
Fidel’in tek başına yargılandığı dava ise 16 Ekim 1953 günü görüldü. Burada yaklaşık 4 saatlik bir savunma yapan Fidel, diktatörlüğün ahlakdışı ve gerici karakterini sergileyerek, onunla mücadele etmek için devrimci şiddete başvurulmasının yasal ve ahlaki meşruiyetini savundu. Baskının liderliğini ve sorumluluğunu baştan sona savunarak şehit düşen yoldaşlarına sahip çıkarken, generallerin evlerini basmayı düşünmediklerini, çünkü “evlat ve eşlerinin önünde trajediler yaratmak istemediklerini” açıkladı. Dikta askerlerinin ise çarpışma bittikten sonra bile sokaklarda çocukları nasıl öldürdüğünü anlattı.
“Öldürülen yoldaşlarımız için intikam istemiyorum” dedi, “Çünkü onların yaşamlarına paha biçilemez. Onları öldürenlerin hepsini toplasanız, tek birinin yaşamı etmez. Aslında benim yoldaşlarım ne öldüler ne de unutuldular. Onlar bugün yaşıyorlar, hatta her zamankinden daha çok yaşıyorlar.”
Mahkemede program!
Bu arada Fidel, uzun savunması sırasında, çok ilginç bir şey daha yaptı. Moncada Garnizonu’nu ele geçirdikten sonra yapacakları acil işler adı altında, aslında bir devrimci demokratik program özetini de mahkemede açıkladı. “Derhal ilan edilecek beş yasa” olarak saydığı önlemleri sıralarken, şunları söyledi: “İlk olarak egemenliği tekrar halka ve 1940 Anayasası’na verecektik. İkinci yasa, toprağı çalışanlarına vermek olacaktı. Toprak sahiplerine de 10 yıl üstünden kiralamışlar gibi ellerine geçecek parayı devlet verecekti. Üçüncü yasa ile işçi ve çalışanlar, şirket ve endüstrilerin kârının %30’una hak kazanacaklardı. Dördüncü yasa, şeker kamışında çalışan işçilere özel haklar kazandıracaktı. Beşinci yasa ile belirsiz şekilde servet biriktirmiş şirketlerin ve insanların mal ve paralarına el konulması olacaktı ve yurt dışına kaçırdıkları mallar geri talep edilecekti. Bu paralar, halka, işçilere ve emeklilik fonlarına aktarılacaktı. Bu yasaların hemen ardından ise sıra toprak reformuna, eğitim reformuna, elektrik ve telefon tröstlerinin millileştirilmesine gelecekti.”
Yargıçların farkına varıp varmaması bir yana Fidel aslında böylece, gelecekteki yeni devrimci ayaklanmanın hedeflerini halka duyurmuş oluyordu.
Savunması aynı zamanda, ahlaki bir tutumun da ifadesiydi. “Bu arada bir hak var ki, onu kimsenin ‘iyi miydi, değil miydi’ diye sorgulama veya yok etme hakkı yok: O da baskı döneminde bir haksızlığa direnme hakkı!” diyordu.
Kendilerine hayalci diyenlere verdiği yanıt ise tek kelimeyle muazzamdır: “Jose Marti’nin dediği gibi, benim rüya gördüğümü iddia edenlere vereceğim yanıt şudur: Gerçek bir insan, hangi tarafta yaşamın daha iyi olduğuna bakmaz, ödevlerin ve sorumlulukların hangi tarafta yattığına bakar.”
Son cümlesi ise artık herkes tarafından biliniyor: “Sayın yargıç siz mahkûm edin! Tarih beni beraat ettirecektir!”
Fidel bu yargılamayla 15 yıl hapse mahkûm oldu ancak 3 yıl hapis yattıktan sonra Batista’nın halkın tepkisini yumuşatmak amacıyla cezayı sürgüne dönüştürmesi sonucu 5 Mayıs 1955’te tahliye oldu.
Sonrasını bütün dünya biliyor… Baskını gerçekleştiren grubun 26 Temmuz Hareketi adı altında yeniden organize edilmesi ve Fidel ile beraberindekilerin Meksika’ya geçerek hazırlıklara başlaması… 2 Aralık 1956’da, Granma yatından Küba sahiline çıkanlar, birkaç yıl sonra Havana kapılarına dayandıklarında, tarih kararını çoktan vermişti.