Erkek egemen ve devletli sistemin ahlaksızlık mirası yakın tarihte Bosna, Ruanda, Vietnam, Bangladeş, Japonya’da savaş sırasında kurulan tecavüz kamplarıyla sürdürülüyor. IŞİD’in Şengal’e saldırıları, bu saldırılarda Êzidî kadınları kaçırmaları, köle pazarlarında satmaları savaşın ahlaksızlığını ve cinsiyetçiliğini ete kemiğe büründürüyor
Ruşen Seydaoğlu
Burası, tüm tanrısallıklar ve kutsallıklar adına insanların söz söyleme hakkının bittiği o yer.
Adorno’nun soykırımın hiçbir surette izahının olmayacağı vurgusu bize içinde tutulduğumuz kıskacı nasıl sorgulamamız gerektiğine dair alanlar açarken kimi soruları da beraberinde getiriyor. Savaş nedir, nasıl yürütülür ve insana neler yapar? Bu soruların birbirleriyle ve yanıtlarıyla bağını koparmamak gerektiği de sorgulamanın sağlaması oluyor.
Kavramın kendisi ilk dert. Savaş kelimesi Türkiye’de erişebileceğimiz sözlüklerde birkaç şekilde açıklanıyor. Bunlardan biri devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele, harp, cenk, cidal şeklinde. Bu tanım iki ulus devletin birbirlerine karşı aldıkları pozisyonu ifade ediyor. Yani ulus devlet statüsü istiyor. Bir başka tanımda ise bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele şeklinde açıklanıyor. Haliyle ortadan kaldırma arzusuyla pekiştiriliyor. Tanım güç kavramına dayanıyor, güce sahip olmayı tahakkümü kim uygulayacak sorusunun cevabı olarak görüyor ve bizi meşru olmayan bir alan üzerinden düşünmeye çekiyor.
Siyaset bilimine ilişkin kavramsal açıklamalarda ise Hobbes’tan bu yana “Devlet olmadıkça herkes herkesle savaş halindedir” cümlesiyle karşılaşıyoruz. Yani insanların mutlak eşitliği fikrinden her somut insanın, başka deyişle bireylerin üzerinde yer alacak büyük bir güç olması gerektiği fikrine yöneltiliyoruz. Böylelikle savaş ve haliyle devlet iki boyutlu hale geliyor. İlki, onu oluşturan kişilerin nesneleştiği, var oluşun devredildiği andan itibaren tüm anlamlarını kaybettiği mutlak, rafine ve son derece soyut bir güç olarak devlet. İkinci ise devletin kendi egemenliğini sürdürebilmek için yarattığı ve bireylerin her zaman kendilerinden daha güçlü olana tabi olmaya dönük dizaynıyla şekillenen gündelik yaşamda, sosyal ilişkilerde ve idareye dair işlerde karşımıza çıkan devlet. Bireylerin; erkek-kadın, yaşlı-genç, yetişkin-çocuk olarak birbirleriyle ve devlet kurumlarıyla yaşadığı savaş da ulus devletlerin “sınırlar” için verdikleri savaş da aynı aklın kurgusu olarak işliyor. İşte bu güç, “egemen devlet”, Leviathan Türkçesiyle canavarın tabiatı gereği savaş anlamına geliyor.
Savaş kavramını araştırmaya devam ederken barışın nasıl inşa edileceğinden çok daha fazla savaş üzerine kaynakla, tanımla, kavramsal açıklamalarla karşılaşmak hayal kırıklığı yaratsa da devam ediyoruz. Clausewitz önemli eşiklerden biri. Kendisi pozitivist bilim içerisinde savaş uzmanı olarak yerini almış. Savaş Üzerine isimli bir romanı var. Clausewitz bu kitapta, savaştan “düşmanı irademize kabule zorlamak için bir şiddet kullanma eylemi” ve aynı zamanda “siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir” şeklinde bahsediyor. Yani sorunların çözümü olarak savaşı işaret ediyor. Ama kastettiği hakikat için yürütülecek bir anlam arayışı, mücadelesi değil doğrudan askeri savaşı kastediyor. Bugünün asimetrik savaş sisteminde Clausewitz’in tespitleri meselenin tek bir boyutuna yoğunlaşmış olsa da savaşın hangi motivasyonlarla açığa çıkarıldığına dair içeriden yorumlar sunuyor.
Halbuki doğanın parçası hatta doğurduğu olarak insanların unuttukları hayallerin, yaşam deneyimlerinin asıl katili savaştır diyen bir Focault da var. Savaşın bizi sürekli bölüp parçaladığı kamptan kampa işkencehaneden başka bir işkencehaneye gönderdiği tespitiyle beraber. Kavram böylelikle savaş insana ne yapar sorusunun yanıtıyla bütünleşmeye başlıyor. Devamında Wallerstein’ın savaşı bir ekonomi meselesi olarak da ele almasıyla birlikte savaşı kimler çıkarır sorusu yanıtlanmaya başlıyor; serbest piyasa ekonomisinin istikrarı ve kusursuz temini için yaşama yayılan ve toplum mühendisliğine girişen büyük güçler. Yani ulus devlet aklıyla şekillenmiş ulus ötesi sermayedarlar, şirketler vb.
İçinde bulunduğumuz çağın en güçlü filozoflarından bir diğeri olan Öcalan ise tarihsel toplum değerlerini merkeze koyarak; savaşı toplumsal değerlere (maddi ve manevi), halkın elindeki birikimlere en kestirmeden el koymak olarak görüyor. Savaş toplumsal yaşamdaki yabancılaşmanın en aşırı ve vahşi biçimi olarak kendini var eden bir olgudur, diyor. Herkesin herkesle savaş halinde olmasını mutlak ve olağan bir bilgi olarak topluma pompalayan akıl, savaş halinden kurtaracak olanın da “ölümsüz Tanrı’nın altında, barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz, o ölümlü tanrının doğuşu” olduğunu söylerken; O, savaşın toplumsallığa karşı açıldığını ve ancak toplumsalı oluşturan her bir bireyin taşıdığı cevherle kendini gerçekleştirerek demokratik toplumu oluşturduğu ölçüde devletin ve savaşın sönümlenebileceğini iddia ediyor. Haliyle “temsil” kavramının devlet içinde aldığı anlamı da tanrının yeryüzüne inmiş hali olarak ulus devleti de savaşı konuşmaktan başka türlü bir yaşamı inşa etmeyi düşünemeyişimizi de sapma haline konu ediyor.
Tüm bu sosyal bilim tartışmalarında da hissedildiği gibi devletin nerden çıktığı ve nasıl ilerlediği tartışması nehrin yine birbirine paralel iki yataktan aktığını gösteriyor. Nehrin bir kolu yaşamı, varoluşu devletli sistemle ve onun mutlak bir ihtiyaç olduğunu söyleyerek açıklıyor. Diğer kolu ise yaşamı çok daha öncesinden başlatıyor, devlet yokken yaşam yok muydu gibi çarpıcı bir sorunun cevabının peşine düşüyor. Her iki kolda da toplumun nasıl bir arada yaşayabileceğine dair tartışmalar hep var. Bu kuralları kimin oluşturduğu, kimin uyguladığı ve nasıl uyguladığı meselesi birbirlerinden ayrıldıkları ve asla birbirlerine karışmamaları gerektiğinin ispatı. Toplumun bir arada yaşaması için her koşulda başında sopa tutan birinin olmasını söyleyenlere tarihsel bir karşı çıkış. Üstelik cinsiyetçiliği gören bir çıkış.
Öyleyse yani tahakkümün sınırsızlığı olarak faşizm iki insan arasında başlamışsa ama o iki insanın varoluşundan gelmiyorsa ve bu iki insandan biri erkek diğeri de kadınsa yeni bir tarih okuması yapmak gerekiyor. Savaşın da devletli sistemin de anlattıkları gibi mutlak olmama ihtimali, bahsettiğimiz tüm tanımlara, kavramsallaştırmalara bir kez daha, bu kez cinsiyetçiliği de hesaba katarak bakmayı gerektiriyor.
Çünkü kadının erkek ve devlet eliyle önce ev kölesi kılınması, seks aracı haline getirilmesi, emeğinin görünmez ve değersiz kılınması, son olarak kapitalizmle birlikte en ince meta haline getirilmesi en çok da kadınların tarihsel deneyimlerinde somutlaşıyor. Devletin kadınlara yaptıklarından ibaret olduğunu gösteriyor.
İlk saldırılarla birlikte kendilerini, çocuklarını, yuvalarını korumak için ormanların derinliklerine, korunaklı adalara, dağ başlarına çekilen, marjinalleştirilmiş kadın grupları… İskender’in, Yunan ordularının ele geçirmeye, yok etmeye çalıştığında onlara karşı direnen Amazonlar, Moğol ordularına kök söktüren Bacıyanı Rumlar, İlyada’daki Sirenler… Hürremiler, Heretikler… Tüm bunlar, ulus devlet aklının devrede olduğu savaşa karşı örgütleniyor.
Erkek egemen ve devletli sistemin ahlaksızlık mirası yakın tarihte Bosna, Ruanda, Vietnam, Bangladeş, Japonya’da savaş sırasında kurulan tecavüz kamplarıyla sürdürülüyor. IŞİD’in Şengal’e saldırıları, bu saldırılarda Êzidî kadınları kaçırmaları, köle pazarlarında satmaları savaşın ahlaksızlığını ve cinsiyetçiliğini ete kemiğe büründürüyor.
Milyonlarca kadının Avrupa’da 300 yıl boyunca cadı oldukları iddiasıyla katledilmesi, devletli aklın özel savaş ve kadın kırımı politikalarının pozitivizmden bağımsız olmadığını gösteriyor. Cadı avlarının çıktığı yer pozitivizmin de anavatanı oluyor. Kapitalizm, cinsiyetçi bilimin inşası, kadınların denetim altına alınması adeta kadın kırımı üzerinden varlığını kurumsallaştırıyor ve bugüne kadar geliyor.
Leviathan’ın savaşı kadınlarla edindiği deneyim ile tüm topluma uygulamaya başlaması ve bu sırada kadın düşmanlığını sürdürmekten geri durmaması savaşın da devletin de cinsiyetini, cinsiyetçiliğini ortaya koyuyor. İşgalci akıl, kadınların, halkların açığa çıkardığı değeri simetrik savaş yöntemleriyle bitiremeyince yeni yollar, yöntemler üretiyor. Savaşlarla fethetmeye çalıştıkları toplumlara, coğrafyalara taşınan egemen-devlet bu kadınları kaçırarak, tecavüz ederek sürdürüyor. Bu yöntemle savaşılan toplumun iradesini kırmak istiyor. Kadınlar bir savaş ganimeti olarak görülüp o savaşın askerlerine bir ödül olarak sunuluyor. Yani kadınlara dönük savaş onların değerlerini çalmakla kalmıyor. Olur da o değerler filizlenir diye aklını, edimini sürekli bir denetime tabi tutmaya girişiyor. Buna karşı direnenlerin yok edilmesi ya da ehlileştirilmesi, mülkiyet ve meta konusu olarak savaşlara gerekçe yapılmaları da filizleneceklerine duydukları korkudan geliyor.
Yani savaş toptan, tüfekten, tanktan ibaret yürümüyor, öldürmek yetmiyor. Akla, ruha, iradeye saldırarak en feci sonuçları, soykırımı, kırımı yerleşikleştiriyor.
Simetrik savaş doktrinlerinin yerini artık asimetrik savaş doktrinlerine bıraktığı on yıllardır asimetrik savaş doktrini, simetrik savaştan farklı olarak düşmanı yok etmeyi doğrudan hedeflemeyip onun maneviyatını ve kazanma azmini kırmak suretiyle etkili olmayı amaçlıyor. İnsanların, en çok da kadınların günlük yaşamına en fazla tesir eden ve yaşam alanlarına verdiği zarar açısından maliyeti en yüksek olan savaş biçimi olması da bundan. Simetrik savaşın temel kuralı olan devletin devletle savaşma prensibi, yerini devlet dışı politik aktörlere bırakan asimetrik savaş mimarisini inşa eden uzamda sürüyor. STK’lar, projeler, şirketler, medya…
Yani savaşlar artık uzun süre kısık ateşte ağır ağır kaynatılıyor.