Chinua Achebe’nin anti kolonyal Afrika Üçlemesi sersinin son kitabı “Tanrının Oku”dur.
İlk iki kitap ‘Parçalanma’ ve ‘Artık Huzur Yok’ ile çıkılan yolu, bir nevi kültür ve inanç alanına vurgu ile noktalıyor Achebe!
İlk roman olan Parçalanma, 20.yy’ın sonunda geçiyordu. İkinci roman Artık Huzur Yok bizi 1950-60 arasına götürüyordu. Son kitap olan Tanrının Oku’nda ise Nijerya’nın 1920’lerine geri dönüyoruz. Küçük bir parantez açarak, Achebe diğer romanlarından farklı olarak bu romana başka bir önem atfetmektedir. Türkçe ikinci baskıda yer alan önsözünde şöyle diyor: “Tanrının Oku için kendine has güzellik, kendimi oturup tekrar tekrar okurken en sık yakaladığım roman olmasıyla ifade edilebilir.”
Devam edersek; bu zamansal sıçramalar yerine kronolojik bir gidiş daha iyi olabilir miydi? Akış açısından, sömürgenin etkilerini ve nasıl yerleştiğini takip etmek açısından belki evet. Fakat bu durum üçlemede büyük bir soruna ve anlam kaymasına yol açıyor mu? Kesinlikle hayır. Vermek istenen mesaj açısından bir kesinti yok.
1920’ler, Nijerya’da sömürgenin hızlı yol kat ettiği zamanlardır. Kırsal alanlara, aşiretlere, köylere daha fazla nüfuz edilmeye çalışıldığı ve iç çelişkilerin en fazla kışkırtıldığı dönemler olduğunu Achebe de özellikle anlatmaya koyuluyor.
Tanrının Oku’nda ele alınan ana temalar Kültür ve İnanç olduğu söylenebilir. Hem sömürgenin bu alanlara yaklaşımı hem de madunun/ezilenin bu kategorileri yaşama ve ilişkilenme şekli üzerine bir gezintiye çıkıyoruz aslında. Totalde Achebe’nin kültür ve belki de inanç kavramlarını, insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü perspektifinden gördüğü söylenebilir.
Bunu destekler mahiyette, kitapta sömürge valisinin aktardığı bir raporda şöyle bir bölüm var:
“Bu paragraflardaki amacım, Doğal Lider’leri olmayan kabilelerle çalışan tüm idare memurlarına, etkili bir sistem olan yerli kurumlara dayalı ‘dolaylı yönetim’in bir an önce geliştirilmesinin elzem bir ihtiyaç olduğunu vurgulamaktır. Çoğu sömürge devleti için yerli yönetimi, beyaz adamların hükmettiği bir idare demektir. Oysa hepiniz Majestelerinin Hükümeti’nin bu politikayı yanlış bulduğunu biliyorsunuz. İdare memurları aracılığıyla direkt yönetme alternatifinin dışında, bir yandan yerli sistemi suiistimale açık zaaflarından temizlemeye çalışarak, diğer yandan kaynağını halkın yüreğinden, zihninden ve düşüncelerinden alan son derece köklü yerli sistemin üzerine yüksek bir medeniyet kurmaya çalışma metodu da vardır. Böylece, bunu, modern fikirlere ve yüksek standartlara uygun bir biçimde şekillendirip yerleştirerek ve tüm bu süre zarfında halkın tümünü öldürüp sil baştan başlamak yerine halkın ruhunun gerçek gücünden faydalanarak söz konusu medeniyeti daha kolay kurabiliriz. Afrika atmosferini, Afrika zihnini, soyunun bütün temellerini yok etmemeliyiz…”
Bu satırların son kısmı özellikle ilginçtir. Zamana yayılmış bir kültür kırımdan bahsediyor. Bu yöntemin özellikle uygulanması ve içeriden çürüterek yapılmasında fayda görülüyor. İşte bunun yolu kültür ile kurulan ilişkiden geçiyor. Kültürel soykırım zaten soykırımların en tehlikelisi, en korkuncudur.
***
Tanrının Oku’nda konu özetle altı köyden oluşan Umuaro’daki ilişkilenmeler etrafında gelişse de Umuaro ve Okperi köyleri arasındaki savaşla başlar. Achebe burada en baştan “İki kardeş kavga ettiğinde hasadı bir yabancı toplar” der.
Sömürge yönetimi savaşı durdurmak için devreye girer ve Umuaro’da dürüstlüğü ile bilinen Ezeulu ile konuyu tartıştıktan sonra Okperi’nin lehine karar verir. Yerel karakola komuta eden İngiliz sömürge yetkilisi Yüzbaşı Winterbottom, Umuaro’daki tüm silahları kırıp yakarak dikkatleri üzerine çeker. Bu sırada Umuaro halkı, onların tarafını tutmadığı için Ezeulu’ya kızar.
Hikâyenin merkezi başrahip Ezeulu’dur. Olay ve olguları onun gözünden görürüz.
O, dünyanın değiştiğini gören biridir. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde “Avrupa için, kendimiz için, insanlık için, dostlar, yeni bir başlangıç yapmalıyız, yeni düşünme biçimini geliştirmeliyiz ve yeni bir insanı yaratmak için çaba sarf etmeliyiz” şeklinde dile getirdiği önermeyi destekliyor Achebe. Ezeulu bir nevi bunun arayışçısıdır. Karşı tarafın onları ‘yalandan’ başka bir şey bilmeyen insanlar olarak gördüğünü de biliyor. Sömürge yönetimi birçok köy liderini kendi tarafına çekmiş, satın alarak itaate zorlamıştır. Ezeulu böyle bir pozisyona girmek istemez ve beyaz adamın zekasını hafife almadığından uzlaşma yoluna gider çoğu yerde. Uzlaşmalar da onu kurtarmaz, hapse atılır.
Hıristiyan misyonerler, inançlarını yaygınlaştırmak için yerli İgbo halkının bağlı olduğu eski tanrıların etkisiz olduğunu göstermeye çalışarak toplum üzerinde politika yürütür.
Ezeulu, sömürgeci İngiliz güçleri ile nasıl mücadele edeceğini tam bilemediğinden, oğlu Oduche’yi onun gözü kulağı olması ve beyaz adamın adetlerini öğrenmesi için kiliseye şu sözlerle gönderir:
“Sevmiyorum ancak ben eneke kuşu gibiyim. Arkadaşları ona neden hep uçmaktasın dediklerinde, günümüzün insanı sektirmeden vurmayı öğrenmiş, o yüzden ben de bir yere konmadan uçmayı öğrendim, yanıtını vermiş. Oğullarımdan birinin bu insanlara katılmasını ve orada benim gözüm olmasını istiyorum. Eğer bir şeyler yoksa geri gelirsin. Eğer varsa bir şey, paylaşmaya gelirsin. Dünya bir maske dansına dönmüş. Eğer görmek istersen sadece bir yerde durma. Hislerim bana kim beyaz adamla arkadaş olmazsa bugün, keşke bilseydik diyecektir yarın, diyor.”
Çünkü Ezeulu, beyaz adam ile baş etmenin zorluklarını çözümlemiştir ve en az hasar ile atlatmak ister durumu. Bu kararının altında kendi köyünü ve geleneklerini koruma isteği vardır. Ezeulu, beyaz adamın kısa bir gezi için değil, bir ev inşa edip yerleşmek üzere geldiğinden emindir. Bundan ötürü oğluna git öğren her şeylerini ve bana gel der. Mücadele etmek için savaştığı kişiyi tanımak gerekmektedir. Achebe burada “Dünya tıpkı dans eden bir maske gibi. Onu iyi görmek istiyorsan tek bir yerde durmayacaksın. Ruhum bana, bugün beyaz adamla arkadaşlık etmeyenlerin yarın ‘Keşke bilseydik’ diyeceklerini söylüyor” düşüncesindedir.
Fakat oğlu beklentileri karşılamaz ve en büyük günahları işlemek üzere taraf değiştirir. Kitabın bir yönü de bu yıkım etrafında, İgboların içsel dünyasına, kozmolojisine bakarak yürür.
***
Kısacası bu kitapta sömürgecinin kültürel ve siyasal hegemonik inşasına ve bunu yaparken de kültürel yıkım üzerinden ahlaki-politik geleneğin nasıl yerle bir edildiğine tanık oluruz.
Örneğin misyonerler tarafından Hristiyan olmak isteyenlere getirilen ilk şartın “yılan öldürmek” olması ilginçtir. Yani aslında ‘kendine ihanet’ etmeleri istenir. Hristiyan olma yoluna girenlere bir misyonerin ifade ettikleri şöyledir: “Yılanı öldürmeye hazır olmalısınız… Onu baba olarak anıyorsunuz. O yılandan başka bir şey değildir, Havva anamızı kandıran yılan işte. Onu öldürmeye korkuyorsanız kendinizi Hıristiyan bellemeyin.”
Yerli halk için kutsal olan yılan, karşı taraf için lanettir ve yok edilmesi elzemdir. İşte Oduche’nin ilk olarak ikna olduğu şey bu görevdir. Piton yılanını alıp saklaması ve sonradan bunun ortaya çıkması Ezeulu için tarifi zor bir andır! Bu bakımdan anlatıda güçlü bir sembolik değeri var yılanın. İgbolar için direniş alanı, sömürgeciler için birilerinin teslimiyeti gibi keskin yönleri var.
Ezeulu ve onun karmaşık dünyası, tanrılar, beyaz adam ve diğer köy reisleri arasında bir savaş alanına dönen kitabın sayfaları, yer yer realistik tarzından koparak mistik bir anlatıya da dönüşüyor.
Ezeulu sonuç olarak halkını koruma için denediği yol ve yöntemlerde başarılı olamaz ve kendi yalnızlığına çekilen, gittikçe otoritesi sarsılan birine dönüşür. Öyle ki köylüler de yeni bir kıtlık-kuraklık yılı yaşamamak için sömürge yönetiminin tarafını seçer.
Kitap bu yönüyle de ilk kitap Parçalanma’ya çok benzemektedir. Hatırlanacak olursa ilk kitabın öznesi Okonkwo, aileleri üzerinden bir yıkım yaşamışlardı. Evlerine uğrayan felaketi önleyememişlerdi. Ezeulu ve Okonkwo’nun oğulları açısından hayal kırıklıkları ortaktır.
Her ne kadar bir İgbo sözü “Yaşlı bir kadın, sıra bildiği dansa geldiğinde asla yaşlı değildir” dese de sahneyi devraldığı çoğu yerde Ezeulu o yaşlı ruhuna serin havalar estiremiyor.
Kitaba toplumsal cinsiyet kodları açısından baktığımızda, vahim bir tablo çıkar.
Achebe, roman boyunca erkek üzerinden konuşur. Erkekler ve erkeklik romanın tümüne sirayet eder. Üçlemede kadının özne olarak en az yer aldığı kısım bu.
Güç, gelenek, saygı, itibar ve daha birçok şey erkeklik üzerinden tanımlanıyor.
Kitabın benim için en çarpıcı bölümü/sözleri ile bitireyim.
Beyaz adamın tarafına geçmiş, onun dilini öğrenmiş ve onunla iş birliği yapan Moses, yol inşaatında direnen ve işi yapmamayı tartışan köylülere şöyle tavsiyeler veriyor:
“Sizinle abiniz olarak konuşuyorum. Olu’yu da gezdim, İgbo’yu da ve size şunu diyebilirim ki beyaz adamdan kaçmak mümkün değil. O artık geldi. Acı kapınızı çaldığında ve ona oturacak yer kalmadığını söylediğinizde size endişelenmemenizi, kendi taburesini yanında getirdiğini söyler.”
Fakat Moses’in atladığı, Achebe’nin de hayatı ile deneyimlediği ve sonuç olarak ifade ettiği üzere “Hiçbir şeyin tek yolu yok…”