Dünya üzerinde yaşanan ekolojik krizin müsebbibi olan kapitalizmin iklim sorununa yönelik yaklaşımını destekleyen ve bu sorunu çözebileceğine inananlara, Einstein’ın bir sözünü hatırlatmak gerekiyor. Albert Einstein ‘Tanrı zar atmaz’ ifadesiyle evrenin işleyişinde, şans, ihtimal gibi belirsizliklere yer olmadığını aktarır. Bugün koronavirüs pandemisi ile sarsılan insanlığın kendi geleceğini belirsizliğe bırakma şansı olamaz. Kapitalizm, biz insanlar ve diğer canlı varlıkların yaşamını olmayacak bir duaya veya bir şansa mahkûm ederken, kendi için işlettiği düzende her şeyi kendi birikim sürecine bağlar. Bu düzenden kurtulmak için insanlar kapitalizmden bağımsız, evrenin işleyiş kurallarına uygun olarak kendi geleceklerini belirlemeleri gerekmektedir. Geleceğimizin en önemli yaşamsal ihtiyacı ise sudur.
Türkiye coğrafyası, Akdeniz havzasında su sıkıntısı olmayan ülkelerden biri olarak anılırdı. Ancak son 20 yılda kişi başına düşen su miktarı 4,000 m3’den, 1,100 m3 civarına indi. Son 18 yılda Türkiye’yi yöneten AKP’nin politikaları susuzluğun başlıca nedeniyken, Türkiye ciddi boyutta su fakiri bir ülkeye dönüşecek. Dünyada 2,5 milyar insan sağlıklı suya erişemezken, 1,5 milyar insan yeterli içme suyundan yoksun halde. 2.5 milyar insan ise atık su hizmeti alamamakta. 3-5 yıl içinde yaklaşık 3,5 milyar insan daha su kıtlığıyla karşı karşıya kalacak.
Kapitalizmin ‘kalkınma’ ve ‘gelişme’ politikalarıyla halklara dayatılan aşırı tüketim ve kapitalizmin olmazsa olmazı olan aşırı üretimler enerji kullanımında ciddi artışlar yarattı ve yaratmaya devam ediyor. Bu durum ise su gereksiniminin yüksek oranda artacağını gösterirken, dünyada yaşanan nüfus patlamaları ise geleceğin su savaşlarını ortaya çıkaracak potansiyel taşıyor. Kapitalizmin bu kısır döngüsü, doğal yaşam alanlarını ortadan kaldıracak olması, var olan su miktarının da azalacağını ve sorunların içinden çıkılamaz hale geleceğini açıkça göstermektedir.
BM verilerine göre 2050 yılı itibarıyla dünyada 5.7 milyar insan suya erişme mücadelesi içinde olacak yani susuz kalacak. Susuzluk tehdidi ise giderek büyüyen en önemli yaşamsal sorunlardan birisi. Fırat ve Dicle gibi geniş bir coğrafyanın can damarı olan iki nehrin üzerine yapılan barajlar hem bölgesel iklim değişimine ve ısınmaya yol açarken, aynı zamanda Irak ve Suriye coğrafyasında yaşayanları tehdit eden özellik barındırıyor.
Yakın gelecekte su ile ilgili gerginlikler yaşanacak ve hatta bu nedenle savaşlar da çıkabilecek. Ancak yaşanacak savaşın görünen yüzü suyken asıl neden farklı olacak. Su bir gerilim sorunu olarak kullanılıp savaşlar tezgâhlanacak. Fırat ve Dicle üzerinde kurulan barajlar suyun kontrol edilmesini sağlarken alt havzayı köleleştirmektedir. Aynı şey Nil Nehri nedeniyle Mısır ve Etiyopya arasında da yaşanmaktadır. Konvansiyonel bir savaşta her gün 1000 insan yaşamını yitirmez, ancak sağlıklı ve yeterli suya ulaşamayan 1000 insanın, çoluk-çocuğun her gün susuzluk ve buna bağlı gıda sorunu nedeniyle yaşamını yitirdiğini gözden kaçırmamamız gerekiyor.
Su savaşları insanlar ve diğer canlılar ile sermaye dünyası arasında uzun yıllardır süren bir savaştır. Halkların, doğanın, ayının, kuşun suyuna çoktan çöktüler. Biz insanlar ise şişelenmiş suya mahkûm edilirken, çeşmelerden akan kalitesiz suya ise fahiş ücretler ödemek zorundayız. Yaşanan ekolojik kriz, temiz ve yeterli suya erişimimizi zora sokacak, kapitalistler ise bentler ardına ve borular içine hapsettikleri suyu kendi kirli üretimlerinde kullanacaklar kalan suları ise şimdi olduğu gibi bize satacaklar, fakat bu suları satın almaya gelirimiz maalesef yetmeyecek. Koronavirüsü salgını sonrası ise kapitalizm frenleri boşalmış bir kamyon gibi üzerimize çökecek.
Geçmiş yıllarda birçoğumuz hatırlarız, suların günler boyu kesik olduğu ve aktığında da çeşmelerden çamurlu suların geldiği dönemi. Belediye, halkın sağlıklı suya erişimini sağlamak yerine su havzalarımızı yerleşime ve sanayiye açarak su kaynaklarının kirlenmesine ve yok olmasına neden oldu. Hâlâ da bu uygulamalar hızla devam ediyor. Çekmece gölleri çevresindeki koruma bantları kaldırıldı, Alibeyköy Barajı çevresine sanayinin yerleşmesine göz yumuldu ve en son Terkos ve Sazlıdere ‘çılgın’ projeye yani Kanal istanbul’a kurban ediliyor.
Bir dönem çeşmelerimizden akan sular kirliyken hatta hiç akmazken İstanbul’un her yerinde ayrık otu gibi su istasyonları ortaya çıkmıştı. Artık içme ve kullanma sularımızı bu istasyonlar aracılığıyla karşılıyorduk. Sonrasında Belediye ve Sağlık Bakanlığı sahneye çıkıp bu suların sağlıksız olduğu gerekçeleri ile kapatılmasını sağladılar. Ardından damacana sularla tanıştık ve hâlâ içme suyu ihtiyacımızı şişelenmiş sularla karşılıyoruz.
Einstein’ın ‘Tanrı zar atmaz’ sözünü tekrar hatırlayalım. Yaşadıklarımızın hiçbiri alın yazısı değildir. Bizler için kaosla dolu belirsiz ama aç ve susuz bir yaşamı dayatan kapitalizme karşı yeni bir dünyaya ihtiyaç var. Kendi geleceğimizi doğa yasalarına uygun olarak kendimiz belirlemek zorundayız.