Gürültülü bir çığlık atmışız ve sesimiz duvarlarımızdan ötesine geçmiyor. Tüm dünya canlı canlı çoluk çocuk katliamına şahit kılınıyor. Böylesi bir yerde cehennemi tahayyül etmeye gerek kalmıyor. Anne ve babalar evlatlarını, evlatlar anne ve babalarını gömüyor hem de öldüklerine şahit arayarak. Dünya böylesi bir yer haline gelmişken utanmadan dönmeye devam ediyor.
Eski mi eski bir gerçeğe ayna tutula tutula bir gelecek yaratıldı: zalim zulmetmekte haklıdır. Çünkü ses, kelime, hakikat sürekli değişime uğramakla meşhurdur. Bu kadar ayan beyan olana şahit olmak, suçu bölüşmenin en öndeki parolasıdır. Kaybımız dünyanın tarihini yazandır. Kazananlar kayıp ettiklerinin gözlerinde çürümeye mahkûm olanlardır.
Yeniden başlamaya, yeniden düşünmeye, yine isyana tenezzül etmenin yolları kısılıyor, insan soyu kısırlaştırılıyor. Üstelik tanık artık herkes olmuşken, inkâr faydasız bir bahane olarak orta yerde duruyor. Kırım kırım kırılan insanlık, yarattığı ve yaşadığı her şeyiyle yeraltına itiliyor. Yeryüzüne tamah yok, ölülerden bir farkımız da yok. En iyi sığınak ölülerle yan yana durmak.
Utanmak bir histi, mecburiyet oldu ve sonra herkese bulaşan bir hastalık olmaktan çıkıp sıradan ve geçici bir hal olmaya evrildi. Yas ya da en ağır adıyla matem, zaman olarak aylardan saniyelere devretti kendini. Unutmanın biçimlerine, yöntemlerine çalıştık ve en çalışkan insanları oluverdik. Öyle ki unutma biçimlerine yenilerini bulduk.
Halimiz bu kadar toprakla bütünleşmişken mitlerden, efsanelerden kapılar ararken tabutlarımızı bulduk. İnsan işte, yıllar geçtikçe kendi ölümünü el birliğiyle bulan oldu hem de hevesle ve iştahla. Kaybettiklerimizin kaybımız olduğunu, bizim aynamız olduğunu idrak etmenin sürgün yerinde sustuk ve bu bir suç olarak bile kayda geçmedi.
Beklentiler hayaldi, yaşatılanlar gerçekti. İstismar edilen tüm ihtimaller birer pusuydu. Gördük ve telaşla kendimize döndük. Korkmak çünkü en eskimeyen halimizdir. Çürümüş cennet beklentisi, gelecek güzel günlerin kirliliği kuşatmışken bizi, evet biz, nerede kaldık da bu yenilgiler çağında yaşadığımızı zannediyoruz.
Ahvalimiz hiçbir şeyi keşfetmiyor, yeni bir şeyi de yaratmaktan çok uzak. Debelendiğimiz bir çukur artık bu dünya. Aslında bizim dünyamız değil; bizi dilediğince yok edebilenlerin dünyası burası. Hayal kurmak serbest, rüya görmek alabildiğince özgür. Sonrasında yaşamak yani dünyaya uyanmak bir cehennemi gördürüyor. Budur hayat, bu kadardır dünya.
Evet, bir dünya lazım bize, hem de burada, burada olanlara rağmen. Bomboş umutlarla kötülüğü yaymak değil, kayıp olduğumuz yerde kendimizle karşılaşmak, karşılaşmayı örgütlemek yolları. Üzülmek değil, üzgün olmayı tuhaflaştırma direnişi, yaralama değil yaşatma itirazı. Lazım olan ne varsa aklımızda ve kalbimizde yer bulurken, bu hayatta da yer açmak, yol bulmak, zaman ve mekân kovalamak bizimdir ve bizimledir.
Unutmak istismar ediyor, hatırlamak çaresiz bırakıyor. Bunlardan mütevellit ısrar etmenin haysiyetini dürtmek elzem görünüyor. Bazen gördüğümüze inanalım, görmek istediğimize şahit olsun diye. Bazen bakarken neye baktığımızı bilelim, hep hatırlamak, inatla hatırlatmak için.
Haftanın kitap önerisi: Marc Auge, Unutma Biçimleri / Çeviren: Mehmet Sert, Yapı Kredi Yayınları