Ermeni yönetmen Beknazarov’un 1926 yılında çektiği ‘Namus’ filmi Ermenistan’ın ilk filmi olarak tarihe geçer. Film, bir aşk hikâyesi üzerinden katı gelenekleri eleştirirken, yaşananların kimseye uzak olmadığı görülür
Aysel Tabak – İstanbul
Ermeni yönetmen, Amo Beknazarov’un senaryosunu yazıp yönettiği 1926 yılı yapımı Namus (Çest) filmi, Ermenistan’ın ilk filmi olarak sanat tarihine geçti. İlk defa 13 Nisan 1926’da Erivan’da, 3 Ekim 1926’da da Moskovada gösterime giren film, yazar Aleksandr Şirvanzade’nin aynı adlı romanından uyarlanmış. Toplamda 63 dakika olan film, siyah-beyaz sessiz sinema tarzında çekilmiş. “Namus” filminde hikâye 19. yüzyılın sonlarında geçiyor. Seyran ile Susan’ın aşkını anlatan film, aslında bu tema üzerinden katı gelenekleri eleştiryor ki o gelenekler bize çok da uzak değil. “Namus” aynı kelime anlamıyla Kürtçe, Türkçe, Arapça ve diğer dillerde kullanıldığı gibi, filmden anlıyoruz ki, Ermenice’de de aynı anlamda kullanılmış.
Yıkım
Film 19.yy sonlarını anlatsa da, filmde eleştirilen gelenekler hala birçok Ortadoğu ülkesinde devam ediyor. Ermenistan’da durum nedir bilemiyoruz ancak bizim yaşadığımız coğrafyada “namus” kavramı Müslüman coğrafyasında toplumsal kabul görüyor. Yönetmen Beknazarov, bu geleneğin yıkıcılığını daha 20. Yüzyılın ilk yarısında bu filmiyle anlatmaya çalışmış.
Çaresizlik
Film 1895 yılında, Ermenistan’da meydana gelen yıkıcı bir deprem görüntüleriyle başlıyor. Kamera, yıkılan binaların altında kalan insanlar, hayvanlar, eşyalar üzerinde gezinirken, insanların doğal afet karşısında çaresizliklerini yansıtıyor ekrana. Yıkıntılar arasında kalan Susan baygın yatarken, sonradan nişanlısı olacak çocuk Seyran onu görür ve sahne arasındaki açıklama yazısında “Seyran Susan’ın göğsündeki beni fark eder” notu düşer.
Susan’ın göğsündeki ben
Depremin üzerinden günler geçer ve artık insanların yüzü gülmeye başlar, yaralar sarılır. Susan’nın babası Barxudar ile Seyran’ın babası Ayrapet, çocuklarını beşik kertmesi yapmaya karar verirler. Aradan yıllar geçer, Susan ile Seyran büyür iki yetişkin genç olurlar. Fakat her ne kadar nişanlı olsalar da evlenmeden önce birbirlerini görmeleri geleneklere göre yasaktır. Seyran, Susan’ın hasretine dayanamaz ve Susan evin önündeki balkondayken yanına gider. Nişanlı gençleri öpüşürken yakalayan Seyran’ın babası Barxudar, bunu bir “namus” meselesi haline getirir ve Susan’ı Seyran’a vermekten vazgeçip, tüccar Rustem’le evlendirir. Bu duruma çok üzülen Seyran, sonucunu düşünmeden, Susan hamileyken Rustem’e çocuğun kendisinden olduğunu söyler. Rüstem’i inandırmak için deprem esnasında gördüğü Susan’ın göğsündeki benden söz eder. Bunun üzerine Rüstem, “namusunu” temizlemek için Susan’ı öldürür. Bunu öğrenen Seyran da kendini öldürür. Böylece “namus” uğruna masum üstelik hamile bir kadın ölmüş olur.
Kültürel benzeyiş
Hikaye çok tanıdık değil mi? Bu film 1890’lı yılları anlatıyor. Belki hikaye bize bu kadar yakın geldiği içindir ki, bu filmin Kürtleri anlattığını iddia eden yazılar yazılmış. Gerçekten de, gerek karakter isimleri, gerek yaşayış ve gelenekler incelendiğinde, Kürtlerin yaşamıyla çok büyük benzerlikler görülür. Fakat filmdeki birkaç özellik filmin Kürtleri değil ancak gelenek olarak Kürtlere çok yakın olan Ermenileri anlattığı fark edilir. Özellikle düğün sahnesi: Düğünde halay değil, Kafkas dansı var; çiftin nikahını kilise papazı kıyıyor. Kadınların kıyafetleri Kürtlere çok benzese de erkeklerin kıyafetleri Kürt geleneksel kıyafetlerine benzemiyor. Nitekim Ermenistan’da yaşayan Kürtler ya Ezîdî ya da Müslüman oldukları biliniyor.Son olarak not düşelim ki, filmin yönetmeni Beknazarov’un bir sonraki filmi olan “Zerê”, doğrudan Kürtleri anlatır.