2008 yılından itibaren, her yıl 19 Ocak tarihinin birkaç gün öncesi ve sonrasına denk gelen günlerde İstanbul’un değişik ilçelerinde, Türkiye’nin ve dünyanın farklı kentlerinde Hrant Dink anmalarına konuşmacı olarak katılıyorum. Bu konuşmaların başlıca teması 2007 yılında devletin derin kurumlarında inceden inceye tasarlanan cinayetin yine devlet memuru konumundaki ordu, emniyet ve istihbarat mensuplarının yol vermesiyle gerçekleşmesi oluyor. Ancak hemen her defasında da, devletin bu yöntemlerle cinayet işleme geleneğine kâh Istranca ormanlarında hunharca katledilen Sabahaddin Ali, kâh Trabzon açıklarında onbeş kara saplı bıçakla öldürülen TKP kadrolarını, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anarak örnekler getiriyorum. Takdir edersiniz ki yüz yıllık tarihimizde bu örnekler hiç de az değildir.
Bu tür cinayetlerin en önemli özelliği, ‘duvardaki tuğla’ metaforunu düşündürüyor olması. O yüzden de siyasi cinayetlerin veya cinayet süsü verilmiş kazaların maktulleri ülkücü bir partinin genel başkanı, ordunun üst düzeyde bir subayı, JİTEM’in rütbeli bir elemanı, medyanın tanınmış bir mensubu olabilir.
Geçen son beş yıl boyunca ise, Hrant Dink anmalarında Tahir Elçi suikastını hatırlatarak iki cinayet arasındaki paralelliklere dikkat çekiyorum. Her ikisi de Türkiye’de tabu olan konuları cesurca dile getirdikleri için hedef haline getirildiler.
Hrant Dink ülkede ulusal kahraman olarak nesillerin bilincine kazınan, ‘Türkiye’nin ilk kadın savaş pilotu’ Sabiha Gökçen’in aslında zavallı bir Ermeni yetimi olduğunu yazarak kurmaca tarih yazımını zora sokmuştu. Zaten genel yayın yönetmeni olduğu ‘Agos’ gazetesindeki yazıları ve katıldığı konferanslar veya televizyon programlarındaki konuşmalarıyla derin odakların radarına takılan Dink için harekete geçme zamanının geldiğine karar verildi.
Tahir Elçi ise avukatlık mesleği boyunca devlet koruması altındaki üniformalı ve rütbeli katillerin işlediği cinayetlerin mağdurlarının savunmasını üstlenerek zaten yeterince hedef haline gelmişti. O da aynı radarın takibindeydi ve katıldığı bir TV programında bir başka tabuyu, yine yıllarca çiğnenmiş bir ezberi tartışmaya açınca, onun da akıbeti karara bağlandı.
Elçi PKK’nin söylendiği gibi bir terör örgütü değil, silahlı mücadeleyi benimsemiş siyasi bir hareket olduğunu söyleme cüretinin bedelini çok ağır ödedi. Sonuçta Türkiye’nin siyasi tutumu 35 yıldan beri bu hareketin bir terör örgütü olduğu tezini uluslararası bir düzlemde kabul ettirmeyi başarmıştı. Yani bu kazanımların tartışmaya açılmasına razı olamazdı.
Politik açıdan bakılınca bu razı olmama hali, Elçi cinayeti sonrasında öngörülen caydırıcılığı da sağlamış oldu. Tahir Elçi’nin o TV programında ileri sürdüğü görüşlerin daha sonraki yıllarda bir başkası tarafından tekrarlandığına tanık olmadık. Ülkenin sağ siyasi cenahı halen bu ezberi tepe tepe kullanmaktan medet ummakta. Bu durumun en somut göstergesi ise, HDP çevrelerinin emek, iş cinayetleri, kadın, çevre, sosyal adaletsizlik, cezaevlerindeki hukuksuzluk, demokrasi ve insan hakları konularındaki tüm siyasi söylemlerine ve taleplerine karşı cevap olarak ‘PKK ile arasına mesafe koysun’ dışında bir şey söylenemiyor. Daha da önemlisi, ülkenin gerçek anlamda alternatif oluşturan tek kitlesel siyasi hareketi ‘terörle iltisaklı’ denerek kapatılmaya çalışılıyor.