ABD Minneapolis’te bir Afro Amerikalının polis şiddetiyle öldürülmesi, hele de bu cinayetin adeta canlı yayın gibi haber ekranlarına yansıması tahammülün sınırını göstermesi bakımından önemli. Haberin duyulması ardından protesto eylemleri çığ gibi büyüyerek ülke sınırlarını aştı, küresel bir eyleme evrildi. Meselenin bu boyutu sadece George Floyd’un katline duyulan öfke ile açıklanamaz. Unutmamak gerekir ki polis, dünyanın bütün ülkelerinde benzer suçlar işleme kapasitesine sahiptir. Ve bütün ülkelerde de benzer polis suçlarını örtbas etmek isteyen, polisi cezasızlıkla koruyan, böylece de yeni suçlara zemin hazırlayan bir siyasi akıl var; ‘devlet aklı’. Meseleye Türkiye’den bakınca, valilik, kaymakamlık gibi yerel yönetimlerin, yargı teşkilatının, Adli Tıp Kurumunun da benzer koruma güdüleri ile hareket ettiklerini söylemek mümkün. Birçok olayda, valiler yaptıkları açıklamalarla yaşanan olayı karartmak, mümkünse mağduru suçlamak üzere açıklamalar yapmıştır. Bu açıklamalar ancak bağımsız basının olayı kurcalaması, görgü tanıklarının anlatımlarını, bazen de çektikleri görüntüleri yayınlamasıyla çürütülmekte, ancak o aşamadan sonra, o da bazı hallerde soruşturma açılmaktadır.
İşin bu yanında toplumun da, çoğunlukla da kuşatılmış medyanın etkisi altında, resmi makamların olayları karartma çabalarına destek olduğu söylenebilir. “Kabahat ölende mi, öldürende mi?” önermesinin sıkça dillendirildiği bir kültürel iklimde yaşıyoruz. Daha birkaç gün önce, KHK ile atıldığı işini geri isteyen bir mimarın yerlerde sürüklenmesi görüntülerini izledik. Müdahaleye tanık olanlardan biri, inanılmaz bir umursamazlıkla “Kim bilir ne yapmıştır ki böyle götürüyorlar” diyerek açıklıyordu bir kadının yerde sürüklenmesini.
Benzer tepkilere kadına karşı şiddet olaylarının arkasından da rastlamak mümkün. Katili kolayca mağdur haline getirme konusunda inanılmaz bir yeteneğe sahibiz. “Allah bilir ne yaptı da adamı katil etti”.
Erki yüceltmek, hatta güce tapmak ezilmişliğin doğasından gelen bir tepkidir. Halk dilinde bunun da ifadesi var; ‘Bükemediğin eli öpeceksin’.
Bu türden önermelerin anlamsızlığı ise, ancak tahammül sınırının zorlanması, en nihayet de tükenmesi ile anlaşılır. O aşamadan sonra ünlü ozan Yeğişe Çarents’in ifadesiyle ‘Çıldırmış kitleler’in o muazzam akışını durduracak baraj henüz inşa edilmedi.
Henüz inşa edilmedi belki, ama nice zamandır temelleri atılıyor, hatta kimi yerde duvarları da örülüyor. Pandemi döneminde Çin’de virüsün bulaşma yolunu araştırmak üzere uygulanan kişileri takip sisteminin, esas olarak düzenin halkın gazabından korunması için tasarlanmış bir yazılım olduğunu bilmek zorundayız.
‘Güvenlik güçleri’ veya ‘emniyet kuvvetleri’ ifadeleri gerçekte insanların değil, tam tersine insanlara karşı düzenin, devletlerin güvenliğini, emniyetini temsil ederler. Bu gerçeklik ancak ipin kopması ile görünür hale gelir. Bireysel olarak başımız sıkıştığında polise gitmek zorunda olmamız bu gerçekliği asla değiştirmez. George Floyd’un öldürülmesi ipin kopmasına yol açmıştı. Aynen Gezi Parkında ağaçların kesilmesini önlemek için nöbet tutan çevrecilerin çadırlarının yakılması gibi. Kaldı ki ipin çok değişik şekillerde koptuğu örnekler de var. Latin Amerika’nın birçok yerinde insanlar kişisel güvenlikleri için devletin polisi yerine uyuşturucu baronlarının himmetinden medet umuyorlar. Bozuk düzenler ölçüyü kaçırdıkça, alternatif yeni bozuk düzenlerin oluşması da kaçınılmaz oluyor. Üstelik yenilerin daha işlevsel olduğu da söylenebilir.
Ne de olsa devlet aklı bardağı taşıracak damlayı henüz hesaplayamıyor. Ya da kim bilir, komplo teorisi üretenlere kulak verecek olursak, çok iyi hesaplayarak, sonuçlarından yararlanmak üzere bilinçli olarak bardağın taşmasını sağlıyor. Hesaplayarak ya da hesaplamayarak olsun, düşen son damlanın yol açtığı taşkın bile ülkelerarası bir etki yapıyorsa, siz esas bardağın değil şişenin, damacananın devrilmesini düşünün. Enseyi karartmaya gerek yok, bu düzen böyle gidemez, pireler deveyi yutamaz, kedi de aslanı boğamaz.