“Zira, gerçekten özgür bir toplum, özerk bir toplum kendini sınırlamak zorundadır, yapılmaması gereken şeyler olduğunu veya denenmemesi, hatta denenmesinin arzulanmaması gereken şeyler olduğunu bilmesi gerekir.”
Cornelius Costariadis
‘Kanal İstanbul’ dayatmasının sebebi ne? Bunca ısrarın, bunca inadın gerisinde ne var? Bir kere, daha baştan söyleyelim ki, ‘adlandırmada’ sorun var… Neden ‘İstanbul Kanalı’ değil de, Kanal İstanbul? Neden Süveyş Kanalı, Panama Kanalı deniyor da, İstanbul Kanalı denmiyor? Bu Amerikanca’dan ‘aşırılmış’ bir isim olmasın? Eğer öyleyse kanalın adı başkaları tarafından konmuş demektir…
AKP döneminde inşa, inşaat, imar gibi kelimelerin içeriği değişti… Aslında bu kelimeler olumlu bir içerikle yüklüdür. Arapça inşa, “ortaya çıkarmak, icat ve ihdas etmek, yaratmak” anlamındadır. İmar da, ümrân’dan türeme bir kelime:
“1. Ma’murluk, bayındırlık, bayındırlaşma; 2. Medeniyet, ilerleme, refah ve saadet, mutluluk” anlamlarını içeriyor. AKP dönemindeyse inşa ve imar, yıkım, yok etme, yağma, talan ve doğa tahribatı halini almış bulunuyor…
O halde büyük projeler [mega projeler], işte oto-yollar, köprüler, tüneller, hava alanları, şehir hastaneleri, nükleer santraller, devasa camiler, ‘Millet Bahçeleri’, ‘kaçak saray’, hızlı tren… neden bu rejimin vazgeçilmezleri… Bir kilometre hızlı tren yolunun maliyeti ‘normal tren yolunun’ iki katıyken, neden hızlı tren tercihi yapılıyor? Üstelik normal tren daha kullanışlıyken, daha az enerji harcarken, her geçtiği yerleşim yerinde durabilirken, vb!..
Büyük projelerde ısrar ediliyor zira, bir proje ne kadar büyükse kâr da, yağma ve talan da o kadar büyüktür… Fakat ‘büyük proje’ aynı zamanda ‘büyük doğa cinayeti, yıkım, yok etmek’ de demektir…
Şimdilerde Büyük projelerin ve inşaatın dayatılmasının üç nedeni var: Birincisi, artık sermaye bildik, geleneksel alanlarda yeteri kadar değerlenemiyor… Oysa, sermaye değerlenemezse ‘değersizleşir’… Büyük projeler bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri yağmalamak demek… Burjuva toplumunda zengin olmanın iki yolu vardır. Birincisi, pastayı büyütmektir. Bir şey üretirsin, bir yeni değer yaratırsın ve yaratılan ilave değerden sana düşeni alırsın; ikincisi, başkalarının zenginliğini çalmaktır ki, bu durumda yeni değer yaratılmış olmaz. Dahası ‘pastanın küçülmesi’ bile muhtemeldir… Zira kaynağın bir kısmı sömürü sürecinde harcanmıştır… Bir yeni değerin, ‘artı değerin’ yaratılamadığı durumda, zenginliğe el koymanın yolu, bütçeye, hazineye ve müştereklere [herkesin olana] el koymaktan, ranttan geçiyor… Başka türlü söylersek, Büyük projelerin faturası, emekçi sınıflara ve doğaya çıkarılıyor… ‘Yap işlet devret, ‘yap kirala devret’, kamu-özel işbirliği, vb. denilenin ne anlama geldiği artık ortada değil mi? Bu kepazelikten hala haberi olmayan var mı? Büyük proje demek, sadece doğa tahribatı, ekolojik yıkım demek değildir, geçmediğiniz köprü, kanal, kullanmadığınız oto yol, uğramadığınız havalimanı, gitmediğiniz park, vb. için ödeme yapmaktır… Bu aslında kapitalistleri, “büyük hırsızları” maaşa bağlamaktır ki, kapitalizmin mantığıyla da çelişiyor… Vergiler artık zenginleri daha çok zengin etmek için toplanıyor. Fakat bir sorun var: verdiği verginin hesabını sorabilene ‘yurttaş’ deniyor… Belli ki, bizde Padişahın kulu, Cumhuriyetin yurttaşı olamamış… Aksi halde bu utanç verici durum, bu kepazelik kabullenilir miydi?…
Büyük projelerde ısrarın ikinci nedeni, bunların eski çağlardaki tapınakların işlevini üstlenmiş olması… Sömürü düzenini meşrulaştırma/kabullendirme amacı taşıyor… Neymiş efendim, dünyanın en büyük hava limanıymış, dünyanın ek büyük camisiymiş… En büyük olunca başınız göğe mi değecek? Başka türlü söylersek, rejim için bu projelerin ideolojik bir işlevi var… Bir ‘meşrulaştırma, rıza ve kabullendirme’ aracı…
Üçüncü bir neden daha var: Müslüman Kardeşler’in Türkiye kolu olan Politik İslamcı AKP, eksi rejimi yıkmak, bir İslam Devleti kurmak istiyor. Tabii yıkması kolaydır da yapması o kadar kolay değildir… Bu amaçla var olanı yok etmek gibi bir saplantısı var. “Her şeyi ben yaptım, her şey benim eserim, ne varsa bana borçlusunuz” mesajını vermek istiyor… Aksi halde 80-100 yıllık hastaneler kapatılır mıydı? İşte ‘Büyük Projelerin’ dayatılmasının bir nedeni de bu…
Fakat, İstanbul Kanalı’nın tüm diğer büyük projelerden önemli bir farkı var. Projenin gerçekleşmesi halinde ortaya çıkacak yıkımın boyutlarını tasavvur etmek bile ürpertici, korkutucu… Orada söz konusu olan bir cinayet ki, cinayette geri dönüş yoktur. Bu proje bana harika insan Cornelius Costariadis’in yukarıya aldığım sözünü hatırlattı… Bırakın gerçekleşmesini, bu lânetli projenin akla gelmesi bile caiz değildir… Maalesef sorun yanlış bir zemin üzerinde ‘tartışılıyor’… Eğer ortada taammüden bir doğa cinayeti teşebbüsü varsa, geriye tartışılacak bir şey kalır mı? Elbette ülkenin içine sürüklendiği çöküş tablosu ortadayken, devasa bir kaynağın bu proje için kullanılması akıl alır şey değil ama asıl ekolojik yıkım üzerine odaklanmanın önceliği var…
Türkiye’deki rejim, bu devlet, bu ülkeyi yönetenler, “memleketin sahipleri”, bugüne kadar halktan gelen hiçbir talebi kabul etmemiştir, gereğini yapmamıştır… Bilen varsa söylesin… Öyle bir şeyin ‘kutsal devletin’ büyüsünü bozmasından korkuyorlar… ‘Bir kere kapı aralanırsa, kimin geçeceği belli olmaz’ diye düşünürler… Bu projeyi durdurmak, saldırıyı püskürtmek, ‘kutsal devlet refleksini’ etkisizleştirmeye de vesile olabilir ki, bu, toplumun makûs talihini yenmesinin başlangıcı bile olabilir…