Sohrap Sepehri İranlı bir hümanist şairdir. Onun çok sevdiğim şiirlerinin arasında belki de en meşhurunun bir dörtlüğü var:
Bana gelirseniz şayet
yavaş ve yeğni gelin
yalnızlığımın ince çinisi
çatlamasın…”
Hüseyin Aykol her kimin yaşamında varsa, kime dokunmuşsa, kiminle zaman geçirmişse hepsinin yüreğine o çini çatlatmayan hafifliği ile girmiştir. Bir öğle vakti ev içi telaşı ile meşgul olduğunuz bir günde kapınızı çalan polisler en yakınınızı alıp götürdüklerinde anlıyorsunuz ki, o gün üstüne demir kapılar kapanacak ve dışarı ile, yaşamın telaşı ile bağı kesilecek. Peki niye? İşte o soruya verilecek tek şey zulümdür.
Her gün baş ucunuza bir öykü bırakan bir insan varsa çok zenginsinizdir. O zenginliği tartacak ne altın ne de para vardır. Sizinle aynı kaygıları taşıyan, üzülen ve çözüm arayan, telaşlanan biri varsa siz çok güçlüsünüzdür. Bu gücü tanımlayacak bir kelime yoktur. Hüseyin Aykol her gün karınca gibi titizlikle ve sabırla çalışan bir insandır. Hapishanelerden gelen mektupları büyük bir heyecanla alır; açar, okur, kimi zaman üzülür, kimi zaman sevinir ama yaşamı biraz da o mektuplarda bulur. İçeriden ona sanki bir hayat pınarından su gelir gibi içine çeker her bir satırı. En üzüldüğü zamanlar içeriden mektup alamadığı zamanlar, en çok mutlu olduğu anlar ise hapishaneye gazetenin girdiği müjdesini aldığı zamanlardır. Yani yarısı dışarıda ise diğer yarısı içeridedir. Gelen her bir mektubu, kartı tek tek cevaplar. 15 yıldan fazladır, mahpusların aklının ve yüreğinin sesi olmuştur.
Hüseyin Aykol için yapılan basın toplantısında onun için bir şiir okuyan değerli şair Ahmet Telli’yi dinlerken aslında herkesin arkadaşını ve yoldaşını hapishaneye koydular diye düşündüm. Gerçekten de öyle; hepimizin yoldaşı, arkadaşı, dostu, genç gazetecilerin hocası, sessiz bilgemiz olan o naif adamı kısacası. Ve ayrıca tam zamanlı bir öğrenciyi de; çünkü sürekli okuyan, araştıran, her gün kendine yeni bilgiler edinmenin peşinde koşan ve o bilgiler ile bitmeyen bir öğrenme serüvenini de yaşayan bir insandır. Kütüphaneden kitap seçerken dahi heyecan duyar, kitaba kendini kaptırır ve ne olduğunu da mutlaka anlatır. En son okuduğu kitaplardan Noah Gordon’un yazdığı Hekim adlı kitabı çok sevmişti. Aslan Asker Şvayk’ı tekrar okuyup defalarca gülmüştük.
Deli Selahattin’in oğlu Hüseyin Aykol belki özlemle andığı babasının istediği gibi bir tıp hekimi olamadı. Sonrasında kendisinin tercih ettiği fakülteyi tamamlayıp kaymakam ya da vali de olamadı ama şahane bir insan oldu. Kürt basınının içinde tek bildiği ve aşkla yaptığı şey olan gazeteciliği yaptı. Binlerce öğrencisi, dostu ve arkadaşı oldu. Cinayetlere kurban giden her bir çalışma arkadaşının ardından aklına her geldiğinde gözyaşı döken ve “hep en iyilerimizi, en güzellerimizi aldılar” diyen güzel bir vicdana sahip oldu.
Biliyoruz ki bu ayrılık kısa da sürse, uzun da sürse aslında o hep aklıyla, vicdanıyla, düşünceleriyle yanımızda olacak. Araya konulan duvarların bir anlamı yok ki özgür olan düşünceye. Onun özgür düşüncesi ile birlikte bu zulme karşı durmaya ve hem kendisi için hem de cezaevinde olan onlarca basın emekçisi için mücadele etmeye onların özgürlüklerini istemeye devam edeceğiz.
Yazının başlığına Sohrap Sepehri’nin bir şiirinin başlığı ne güzel uydu, “Suyun ayak sesi”. Hüseyin Aykol suyun ayak sesidir; yavaş, duru ve bereketli.