Ahmet Güneş
Aklanmış cinayetlerin suçu dünyaya bela. Bir yerlerde unutulmaya bırakılmış zulmün bakiyesi tükenir elbet. Bildiklerimizi sınama zamanı hep bir adım ötede. Yetişiriz belki günü gelince. Hatırladıklarımızı bilinmeyenlere kılavuz ederiz. Hiçbir şey bir yere gitmiyor çünkü buradan başka gidecek bir yer yok. Lanet gibi bir gerçek tüm yalanları açığa vurur ve açık açık vurur.
Çağlar yıllar geçmiş gibi görünüyor. Birkaç kuşak önce ya da bir devlet kurulmadan evvel. Yok öyle bir zaman hilekârlığı. İnsanın düşündüğü dünyaya benzer ve dünyada yaşayanlara. Yoktur belki şu an esemesi, hatta anısı. Öyle zannetmek herkesin rüyası. Neyse ki uyanmanın da sırası gelecek. Öyle ya, her uykunun bir rüyası var. Bazı uykuların da kâbusu var. Çığlık çığlığa dünyaya uyandırılmanın bir anı da var.
İyi ki var olanlar ile keşke olmasalar diye bir liste versek kimin eline, uzar da uzar. Ne zaman ne de talep biter. Dünya bir liste ile arınamayacak kadar uzun ve kirli. İşte bu da bir bilgi. Kahreden ve sevindiren bilgiler hiçbir kefede aynı ağırlıkta olamıyor. Olmasını istediklerimiz bize yetişmek için daha da ağır. Olmasını istemediklerimiz tam tersi hafif. Bazen tabii. Çünkü kanıtlanmış bir sitemdir; Bazı bazenlerin canı çıksın!
Oturma düzeni, bekleme sırası, dayanma çabası, sabretme eğitimi. Bir uzayıp giden tertip ve tembih daha. Halbuki bu uyumlar hayatın kaosuna uymuyor ve uymasın da. Yoksa düşününce bile sıkıcı. Coğrafyanın handikabı sürekli sil baştan hayatlara mahkûm ediyor insanı. Kimse başladığı yere yetişemiyorken, sonların hüsranı herkes için bir kapı kolu kadar yakın.
Hikâyelerde müsebbipler aranır, kahramanlar icat edilir. Birine sövgü diğerine övgü layık görülür. Tekrarlar ile kıyaslanır hayat. Yine de formüle ve kadere riayet eden bir bakış yeniden okur olanları ve aynı kanı ile vurulur. Düşen ve düşüren aynı suçtan muzdarip nostalji olmaya mahkûm edilir. Bunlar da yazılır bir gün, şarkısı da olur.
Yaşam bu, aldırmalar, saldırmalar, geriye dönmeler ve inatlar. Art arda sıralanıp hepimizi dize getiren bentler olarak her gün yeniden yükselir. Harcanan ve feda edilen ne kaldıysa yarınımıza gebe. Denizlerin kıyısı, dağların uçurumları, eşyaların köşeleri, terliklerin ayak ucu. Birbirini teğet geçen, birinden ayrı görünüp aynı duvar dibinde birbirinin üstüne yığılan. Bunlara dair ne varsa, ne görüldüyse veya tasavvur edildiyse hepsi bir manzara. Tek bir kişinin gördüğü değil, kuşaklar boyu devredilen hafızanın çizdiği bir resim, bazen de bir harita. Ama en çok da unutulmayan bir yaralı hatıra.
Kim düşünür başından sonuna kadar bir efsanenin en ince ayrıntılarını? Kim cesaret eder bir nesnenin biçim alırken devrettiği şekli? Sevmenin bir ilk bakışı, unutmanın bir ilk fark edilişi var. Yıllar, yıllar sonra dönüp bakılan, bakıldıkça inkâra sürüklenen ve en nihayetinde bir mazi diye ötelenen. Hepsi buraya kadar sürüklemişken hayatı, dünya döndükçe nereye vardıracak bizim aklımızda olan biteni?
Hayatlarımıza uyarlanan ezberlerin dışında bizi bekleyen ne ise oraya, o kadar benzesek başlayacak bir yeni dünya. Sürekli bahaneler ve yetişmeye mecbur kalınan rutinler ellerimizi ayaklarımızı bağlayıp aynı tekdüze hayatın içine salıyor. Kafamızın içindekiler, içimizde kendini duyurmaya çalışanlar. Hepsine bir maske yeter diyor ve perdeyi çekiyoruz. Sonra, çok sonra kendimizde cevabını arıyoruz: Kimdi benim yerime yaşayan, bunları yapan, beni buraya getiren?
Çok soru, muğlak ve yetersiz cevaplarla dünyaya kocaman bir nida: Yaşayamadığımız hayat dünyaya saldığımız bir ceza.
* Haftanın kitap önerisi: Michel Foucault, Deliliğin Tarihi / Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları