Veli Saçılık
Yakınlarını ve yoldaşlarını kaybeden herkes bu gerçekliğin farkında: Diyarbakır, Suruç, 10 Ekim, Antep düğün katliamı birer IŞİD (DAİŞ) saldırısı değildir, IŞİD’in üzerimize salınmasıdır. Çünkü, bu katliamların ortak noktalarına baktığımızda; saldırganların takip altında olduğunu, eylem alanına kadar adeta eskort yapılarak korunduğunu, katliam alanlarında hiçbir resmi görevlinin olmadığını, katliam sonrası ölü ve yaralıların üzerine gaz bombası atıldığını, sosyal medyada AKP-MHP yandaşlarının sevinç çığlıkları attığını, Havuz medyasının katliam yapanları perdeleyip “kokteyl örgüt” yalanı uydurarak mağdurları hedef gösterdiğini, yargılama süreçlerinde adeta bizlerin yargılandığını ve her türlü anma etkinliklerine polisin hunharca saldırdığını görürüz. Geçen yıl Suruç Amara Kültür Merkezi bahçesinde yapılan anma törenine bizzat katıldım. Sıkı pazarlık ve “güvenlik önlemleri” uygulanarak içeri girebildik. Çevremizde, resmi polisler dışında onlarca sivil de polis vardı. Ses ve video çekimi yapmak için burnumuzun dibine kadar yaklaşmışlardı. Yaptığım kısa konuşmada; “katliam günü basın açıklaması yapan gençlerin arasında tek bir polis olmayıp, onları neden kamera kaydına almadıklarını…” sordum. Bu soruma verilecek cevap yok tabi. Çünkü bu sorunun cevabı, Mehmet Ağar’ın “duvardan bir tuğla çekerseniz, duvar üstümüze yıkılır” kehanetindeki, duvarı yıkacak kilit tuğlalardan birisiydi…
Katliamın arkasındaki failler bu kadar açık ortadayken dava açmak ve gerçeğin peşinde koşmak ne kadar mantıklı? Bence son derece mantıklı, dahası elzem. Çünkü, davadan çıkacak olan sonuçtan ziyade davayı bir mücadele aracına çevirmek, kurulan hukuk kapanına, kapan sahibini bastırmak gayet olası. Mahkemede yargıçların ne karar verdiğinden ziyade, katliamın arkasındaki gücü ne kadar teşhir edebileceğimiz esas odaklanılması gereken meseledir. Burdur Cezaevi saldırısı sonrası yaşadığım mahkeme sürecinden edindiğim deneyime göre; şunu söyleyebilirim, katliama, işkenceye uğrayan taraf kendi davasına sıkı sarılmadığı sürece mahkemeler birer insan öğütme aracıdır. Zalimden hesap sormanın birçok yolu vardır. Küçümsenmeyecek yollardan bir tanesi de dava süreçleridir. Tanıdığım çok sayıda mağdur dava açmak ve davanın peşini bırakmamak konusunda isteksizdi. Burdur davasında altmış bir kişi olmamıza karşın dava süreciyle ilgilenen bir avuç insan yoktu. “Faşizmin mahkemesi” diyerek üst perdeden konuşup çakıl taşını oynatmayanı da gördük, hakkını alamasa da onları dünya aleme teşhir etmek için mücadele eden insanları da gördük.
Mahkeme kararları genelde işkenceciler lehine oldu ama mahkemeye sunulan belge ve bilgiler defalarca gazete ve televizyonların önemli haber başlıkları olmayı başardı. Mahkemeyi, sürekli gündemde ve kamuoyunun gözü önünde tutmamız sayesinde kısa yoldan takipsizlik kararı verme peşinde olan mahkeme heyeti davayı yıllara yaymak zorunda kaldı. AİHM’den çıkan lehte karar ve sonrasında yeniden yargılanmayla alınan “hukuki” zafer Burdur Cezaevi davasını dava olmaktan öte bir mücadele aracı olarak görmemiz sayesinde yol alabildi. Tarihe ve insanların belleklerine Burdur Cezaevi’nde bir vahşet gerçekleştirildiği gerçeğini işlemiş olduk. Avukatların basın açıklamaları, bizim mahkeme önünde eylemlerimiz, Türkiye-AB arasında bile zaman zaman gerilime sebep olacak bir nitelik kazandı. Ethem Sarısülük’ün bu yılki anmasında avukat Kazım Bayraktar “Ethem’in davasına kitlesel sahip çıktığımız, mahkeme önlerini doldurduğumuz günlerde katil Ahmet Şahbaz’a ceza vermek zorunda kaldılar. Kitle ne zaman ki zayıfladı, sokaklar sakinleşti işte o vakit katile ödül verdiler” diyerek dava ve davalaşmak arasındaki farkı ortaya koydu.
Suruç davası öksüz, gözlerden uzaklarda görülüyor. Yaralılar, yaralı yürekler bir avuç hergelenin elinde tekrar tekrar örseleniyor. Katilleri tanıyoruz, azmettirenleri, koruyup, kollayanları biliyoruz. Katilleri ve onların ipini tutanları büyük kitlelere teşhir etmek ve kırılan adalet mücadelesi azmimizi yeniden kuşanmak hiç de zor değil. Bu yıl da Suruç Katliamı anmalarını AKP yasakladı. Ankara ve İstanbul’da aileler, gençler ve milletvekillerine polis en sert biçimde saldırdı. Suruç’ta otuz üç canımızın katline yol verenler barış sürecini bitirip ülkeyi savaş konseptine sokanlar elbette bu saldırının arkasında ve bu sebepten katledilenlerin unutulmasını istiyorlar. Biz unutmadığımızda ve unutturmadığımızda IŞİD’i üzerimize salanlar elbette rahatsız olacak ve halklar önünde yargılanacakları günün korkusunu duyarak yaşayacaklar. Suruç’ta insanlığa karşı bir suç işlendi, insanlık adına bu suç cezasız kalmamalıdır.