Son dönemde sorduğum her arkadaş için, sürgünde dediler. Sanki kerpetenle yüreğimi yerinden söküp aldılar. Yurdunda yaşaması yasak, kaderi sürgünlerle örülmüş bir halk ve bu sürgünlerle dolu acı bir bellek. Gönüllü ayrılıklarda bile memleket hasreti insanın burnunda tüterken, zorunlu ayrılıklar da, insanın mülteci yüreğini nasıl derinden yarıp geçer. Asınceli (Bismilli) Cemil abi 32 yıllık hasretine dair, boğazı düğümlenerek ‘halen rüyalarımda köydeyim’ derken sanki Kavafis’in şiirini doğruluyordu; ‘Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın/ Bu şehir arkandan gelecektir.’
Kazakistan’a gittiğimde seksen yıldır orada sürgün yaşayan halkımızın o acı anlara ve sonrasına dair anlatıları, beni derinden etkilemişti. Altmış beş yılda üç sürgün yaşamışlardı. Aynı aileden üç kuşağın ayrı ülkelerde toprağa verildiği acılı bir geçmiş. İlk sürgün ülkeden kaçışla başlamış; 1926 yılında Şeyh Sait isyanından sonra, batıya sürgün edilmektense; Van’dan, Ağrı’dan, Iğdır’dan kaçarak, Sovyet sınırını geçip, Azerbaycan’a sığınmışlar. İkinci sürgün dalgası ilkinden 11 yıl sonra, 1937 yılı ve sonrasında onları büyük bir acı ile vurmuş; kaçtıkları ülke Türkiye’ye casusluk ve yardım edecekleri hesabı ile Kafkaslardan sürgün edilmişler. Bu sürgün esnasında, genç erkekler 2. Dünya Savaşı öncesi ve esnasında cephedeymiş. Yazdıkları mektupların cevapsız kalmasını ülkenin ahvaline saymışlarmış. Kimisi savaştan dönemeyip, gerçeği hiç öğrenmezken, dönenler Sovyetlerin dört bir yanında, sevdiklerini aramışlar. Emanet edilen ülkeyi canı pahasına savunmuşlar lakin ülkeye emanet ettikleri sevdikleri, yurt edindikleri yerlerinden savrulmuşlar. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar zemheri ayında, kar, kış, ayaz demeden, yük vagonlarına doldurulup bilmedikleri bir yere sürgüne gönderilmişler; aç, susuz, soğuk, uzun ve ağır tren yolculuğuna dayanamayıp ölen yaşlıların ve çocukların cesetleri, defin için tren bekletilmeyip, vagonlardan atılıyormuş. Ölüleri kurda, kuşa yem olmasın diye, gözyaşlarını yüreklerine akıtıp, ölülerini askerlerden günlerce saklayarak, yirmi günü bulan yolculuk sonrası, yabancısı oldukları, dilini bilmedikleri Orta Asya steplerine bırakılmışlar.
Üçüncü sürgün dalgası bu sefer 1990 yılında, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile onları vurmuş. Bu dağılmayla, tüm halklar kendi ulus devletlerinin sınırlarına çekilirken, Kürtlerin payına yine sürgün düşmüş. Lenin hayatta iken, 7 Temmuz 1923’te SSCB Merkez Komite kararıyla kurulan ‘Kızıl Kürdistan’ özerk bölgesi, 23 Temmuz 1930’da Stalin’ce lağvedilmiş. İşte Karabağ da denilen bu bölgeden ve Ermenistan’dan; yaşanan Azeri, Ermeni savaşı sonrası Kürtler bir kez daha Orta Asya’ya sürgün edilmişler. Bu kadersiz halkın bir evladı ve 1938’de trenle Dersim’den sürgüne gönderilirken 7 yaşında olan şair Cemal Süreya; bu travmanın etkisi ile yıllarca Kürt olduğunu saklamış ve acı hafızası dile gelince, yürek parçalayan ve kendileri ile aynı dönemde, Kafkaslardan Orta Asya’ya sürgüne gönderilen kardeşlerinin acısını anlatır gibi ‘sürgün’ ağıtını yakmış.
‘… yük vagonuna doldurdular,Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu,
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler.
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki,
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.’
Bu acı ve utançtan geriye; şimdilerde Kazakistan’da yüz elli bine yakın Kürt nüfusu yaşıyor. Bıruki, Celali, Smaili ve diğer birkaç aşiretten oluşan diasporadaki bu Kürtler, çok da örgütlüler. Kazakistan Kürtleri Birliği çatısı altında örgütlenmişler. Birliğin ismi Berbang ve Kazakistan halklar asamblesinin çatısı altındaki en aktif bileşenler. Ülkenin yedi ayrı bölgesinde şubeleri var. Berbang’ın başkanlığını uzun yıllar Profesör Nadir Kerem Nadirov yapmış, şimdilerde ise Profesör Kinyaz İbrahim Mirzoyev yapmakta. Geçmiş yıllarda Almata dostluk evinde yapılan bir konferansa katıldığımda dönemin devlet başkanı N. A. Nazarbayev’in yardımcısı da olan asamblenin sekreteri katılmış ve Kürtlerin Kazakistan’ın ilerlemesinde ne denli emekleri olduğundan uzun uzadıya bahsedip, şükranlarını dile getirmişti. Evet, onlar Orta Asya’nın orta yerinde, görmedikleri, hasreti ile yanıp tutuştukları ülkelerinin, kültürünü yaşayıp, yaşatıyor; her yıl düzenledikleri tanıtım günlerinde, birlikte yaşadıkları diğer halklara anlatıp aktarıyorlar.