Tarihçi Eric Hobsbawmn, 20’nci yüzyılın 1914 ile 1991 yılları arasındaki kesitini “Aşırılıklar Çağı” olarak tarif eder. Bu çağın tipik özelliklerinden birini de “Tarihsel bellek artık canlı değil” şeklinde özetler. Bu belleksizlik tespitini pekiştirmek için de o zamanki Fransa Devlet Başkanı Mitterand’ın 28 Haziran 1992’de 150 bin insanın hayatına mal olan Balkan Savaşı’nın merkezi Saraybosna’ya yaptığı ani ziyareti örnek verir. Mitterand’ın seçtiği 28 Haziran tarihi, aynı zamanda 1’inci Emperyalist Dünya Savaşı’nı başlatmanın bahanesi olan Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın öldürüldüğü gündür. Hobsbawn bu manidar çakışmayı çok az kişinin fark ettiğini belirtir ve tam da bu nedenle “Tarihsel bellek artık canlı değil” der.
Hobsbawn belleksizleşmenin kuşaklar arası ilişkilerdeki süreklilik ve bu sürekliliği sağlayacak toplumsal mekanizmaların varlığıyla alt edilebileceğini vurgulayarak devam eder. Hemen ardından 20’nci yüzyılın son kuşaklarını kastederek “yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organik ilişkiden yoksun bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yetişti” diyerek bu olguya neden fenomen dediğini güçlü bir vurguyla anlatmak ister.
21’inci yüzyılın ilk 12 yılına da bir tarihçi olarak tanıklık eden Hobsbawn bugünü yaşamış ya da bu yüzyılın şimdiki zaman içinde saklı dinamiklerinin gelecekte evrilebileceği olası sonuçlarına tanıklık etmiş olsa ne derdi bilemiyor insan. O yukarıdaki tespiti 20’nci yüzyıl için yapıyor. İletişim araçlarının bu denli gelişip çeşitlendiği, dünyanın hemen her noktasına ait bilgilerin hız yarışına girdiği, her olağanüstü gelişmenin ardından gelen yeni olağanüstülüklerle hızla unutulup gittiği şimdiki zamanı ya da şimdiki zamanın içindeki gelecek dinamiklerini değil.
Elbette 20’nci yüzyıl her açıdan “Aşırılıklar Çağı”ydı. 17 Ekim Devrimi gibi insanlığın ufkunu kapitalist barbarlığın dışına çıkaran bir çağ döngüsü yaşandı. Milyonlarca insan kısa aralıklarla gerçekleşen emperyalist dünya savaşlarında hayatını kaybetti. Naziler milyonları gaz odalarında katletti, o Naziler görkemli bir direnişle inlerine gönderildi. Dünyanın neredeyse üçte birinde başka bir hayat-toplumsal ilişkiler inşa edilmeye çalışıldı, bu çaba yenilgiye uğradı. O yenilgiler sonrasında dünya emperyalistler tarafından yeniden düzenlenmeye çalışıldı, bu sırada sarsıcı trajediler yaşandı. Ezilen halklar dünyanın birçok yerinde “özgürlük” diye ayağa kalktı, yendi-yenildi ve daha fazlası oldu. Kısacası nereden bakarsak bakalım o yüzyıl gerçek anlamda olağanüstülükler yüzyılı olarak kayıtlara geçti.
Ama bu, içinde bulunduğumuz yüzyılın 20’nci yüzyılı da aşan “aşırılıklara” gebe olduğu, daha şimdiden onu yaşadığımız gerçeğini değiştirmiyor. İniş çıkışlar ve belirsizlikler içinden patlayan şok edici gelişmelerle bu yüzyıl, nicel bir kıyaslama yapılamasa bile nitel olarak 20’nci yüzyılı aştı.
Sadece yaşadığımız coğrafyada cereyan edenler bile bu açıdan çarpıcıdır. Hobsbawn’ın 20’nci yüzyıl için dile getirdiği belleksizleşme ve bu belleksizleşmenin kuşaklar arası ilişkilerdeki sürekliliği sağlayacak toplumsal mekanizmaların yokluğuyla doğrudan ilişkili olması gerçeği her gelişmede yeniden hatırlatmıyor mu kendisini?
Düşünsenize, AKP 22 yıl önce bugünlerde iktidara geldi. Şimdinin gençleri onunla birlikte büyüdü ve sınıf mücadelesinin, devrimci hareketin yarattığı toplumsal atmosferin, onun etkisiyle gelişen toplumsal dayanışma ve mücadele ağlarının büyük oranda çözüldüğü yıllarla iç içe geçti bu iktidarlaşma süreci.
Onunla birlikte büyüyen gençlerin ondan önceki tarihsel mirasla ilişki kurma mekanizmalarının alabildiğine zayıfladığını her açıdan yaşayıp deneyimliyoruz. Geçmişin anlamlı çentiklerine tutunabilen, bugün ve gelecekle oradan güç alıp ilişki kuran bir nesnel zeminden yoksun olarak yaşıyorlar her şeyi. En azından ezici bir kısmı böyle…
“Hız çağı” olarak isimlendirilen bu çağda bırakalım Mitterand’ın Saraybosna’yı ziyaret ettiği tarihin nasıl bir mana taşıdığının farkında olmayı, daha dün yaşanan şok edici olayları bile hatırlayamamak gibi bir belleksizleşme söz konusudur.
AKP’nin bu kadar uzun süre iktidarda kalmasının en büyük sırrı da bu değil midir?
Bu böyle olduğu için her olağanüstü gelişme karşısında giderek tepkisizleşen bir çoğunluk ortaya çıkabiliyor. Tüm dünya Gazze’de yaşanan soykırımı adeta naklen izleyip hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam edebiliyor. Rojava’nın altyapısının, halkın yaşam alanlarının sürekli bombalanması hiçbir şekilde gündemimize gelmeyebiliyor.
Erdoğan başta olmak üzere hemen tüm AKP temsilcilerinin tarihi kendilerinden başlatması, pervasızca gerçeği tersyüz edebilmeleri de bu nesnellik üzerinden yükselmiyor mu?
Oysa bizi sarsan her toplumsal-insani gelişme onun iktidarda olduğu yıllar içinde hız kazandırılarak yapılıp edilenlerin mantıki sonucudur.
Eğitimden sağlığa, siyasetten yargıya kadar her açıdan bir çöküştür yaşadıklarımız. Sistem krizidir artık karşımızdaki.
Bu krizin en ağır ifadesi bir insanlık krizi, bir toplumsal kriz olarak vuruyor kıyılarımıza. Hipokrat yemini etmiş doktorların SGK’dan birkaç kuruş aşırmak, o birkaç kuruşla keyif çatmak için bebekleri öldürebildikleri ve bu iş için her kademede örgütlenerek çeteleştikleri bir noktaya varmış durumda bu kriz.
Çeteleşmenin-mafyalaşmanın alıp başını gittiği, emekçi çocuklarının envai çeşit araçla kolay yoldan para kazanmaya özendirilip bu kirli ağın parçası haline getirildiği bir insanlık krizi…
Yaşamları hakkında şu ya da bu şekilde söz söyleyen kadınların, onları koruyan yakınlarıyla birlikte katledildikleri, katleden erkeklerin yaşadığı erkeklik krizini intiharla ifşa ettikleri bir kriz…
Geleceğe dair beklentisizleşen, düş kurma yeteneğini kaybeden, anlam oluşturmakta isteksizleşen, anlam katamadıkları yaşamlarına bir anda nokta koyabilen gencecik insanlar ölümleriyle haykırıyor bu krizi.
Ama AKP’liler çıkıp “bu iktidar olmasaydı 20 yıl siz yiyecek ekmek bulamazdınız” diyebiliyor! Bu iktidarın bölgedeki ateşi körüklemek için nasıl benzin taşıdığını hatırlamayan ya da manipüle edilen geniş yığınlar olduğu için Libya, Gazze, Irak, Suriye örneklerini vererek midelerden yükselen açlık sesini “Bu iktidar 20 yıldan bu yana savunma sanayini güçlendirmeseydi, bu kadroları kurmasaydı sizin vatanınız yoktu” diyerek bastırma yoluna gidebiliyor.
Ama bu hoyratça dayatılan sefalet, sistemin tüm kurumlarıyla yaşadığı bu çürüme ve çürütme gerçeği kitlelerin önemli bir kısmı açısından hakikatin daha net görülmesini de getiriyor beraberinde. Yaşanan işçi direnişleri, doğanın katline karşı alınan tutumlar, çocuk katillerine istismarcılarına, kadın cinayetlerine karşı dinmeyen öfke başka bir dünya arayışının da aralanmış kapısıdır. O kapıdan hep birlikte girebilmemiz, süreklileşmiş biçimde yaşadığımız şimdiki zaman içinden haykıran gelecek dinamiklerine sıkıca sarılmamızdan, onları gerçeğe dönüştürmek için seferber olmamızdan geçiyor. Onların dayattığı zamanı reddetmeyi toplumsal bir iradeye dönüştürmemizden.