DEM Parti dışındaki muhalefet yerel seçim eşiğinde perişan. Bu perişanlık, muhalefetin Erdoğan-Bahçeli iktidarına karşı “muhalefet” etme nedenlerinin önemli bölümünü kaybetmiş olmasının sonucudur.
Genel Seçimler esnasında Altılı Masa iki temel meselede Erdoğan rejimine karşı muhalefet ediyor ve halk desteğini kazanıyordu: Birincisi iktidarın ekonomi politikası, ikincisi ise dış politikasıydı. Bu iki alanda işleri düzeltmenin yolu ise, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e geçiş olarak dile getiriliyordu.
Muhalefet yalnız seçimleri kaybetmekle kalmadı. Aynı zamanda “ekonomi ve dış politika programlarını” da Erdoğan rejimi onların ellerinden aldı. Muhalefetin “güçlendirilmiş parlamenter sistemle” gerçekleştireceğini söylediği başlıca adımları, daha da güçlendirilmiş “tek adam” rejimiyle atmaya başladı. Faizler yüzde kırkı aştı, dış politikada Batıya yanaşma ve komşularıyla sözde “barışma” U dönüşleri başladı. Böylece muhalefetin ekonomi ve dış politik sorunları “güçlendirilmiş parlamento” ile aşma tezi çökmüş oldu. Programlarının faşist diktatörlükle uygulanması onları politikasız bıraktı.
Neden böyle oldu?
Çünkü muhalefet karşı karşıya olduğumuz temel meselede Erdoğan rejimine muhalefet etmedi. Savaş ve Kürt sorununda çözümsüzlüğe karşı genel olarak iktidarın yanında yer aldı.
Ve şimdi iktidar hem ekonomi ve dış politik çizgide muhalefetin yapacaklarını yapıyor, hem de savaş ve çözümsüzlük çizgisini sürdürüyor. Bu durumda muhalefet politikasız kalıyor. Felce uğruyor ve doğal olarak ittifak sistemi parçalanıyor, bütün bileşenleriyle krize yuvarlanıyor.
Görünen o ki, bu gidiş, herhangi bir doğrudan baskıya gerek kalmadan, “süreç içinde muhalefetsiz faşizme” kapıyı açıyor. Muhalefeti “seçim kazanmak” şöyle dursun, “yok oluş” bekliyor. İyi Parti şimdiden fiilen yok oldu. CHP yerel seçimlerden sonra bölünmeyle yüz yüze gelebilir.
İyi Parti devletin yüklediği misyonu yerine getirdi. Kalsa da olur, yok olsa da. Ancak CHP ve diğer partiler şimdi karar aşamasına geldiler. Artık DEM Parti’yle yan yana görünürsek “oy kaybederiz” korkusuyla hareket etmenin anlamı kalmadı. Çünkü karşı karşıya oldukları tehlike “oy kaybetmek” değil, fiilen “yok olmaktır.” Süreç içinde faşizmin son aşamaya tırmanmasıdır.
Kürt halkı CHP’ye, özgürlükçü Müslümanlara, demokrat liberallere içine düştükleri krizden çıkış imkanını veriyor. Türkiye’nin geleceği küçük seçim taktiklerine feda edilmemelidir. Çünkü bu yol muhalefeti tasfiyeye götürüyor. DEM Parti’yle net, şeffaf bir ittifaka yönelmek, “savaşa hayır, çözüme evet” demek, şurada ya da burada muhalefete üç-beş yüzdelik oy kaybettirse bile, gelecekte onları rejime karşı çok daha güçlü bir alternatifin parçası yapar. Muhalefet radikal bir şekilde rejimin savaş ve çözümsüzlük çizgisine verdiği desteği kestiği gün, barışın ve çözümün önü açılır.
CHP çatısı altında mı, yoksa bir başka oluşumla mı bilemem ama, böyle bir durumda sözü edilen “sosyal demokrat” bir muhalefet bu yolla ortaya çıkar.
Bakın üyesi olduğunuz Sosyalist Enternasyonal’in sol kanadına; savaşa karşıdırlar ve çözümden yanadırlar. Devrimden söz etmeyen binlerce Batılı aydın, sendikacı, akademisyen, sanatçı şu sıralar, bizim muhalefetin ismini ağızlarına alamadıkları Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için harekete geçmiş bulunuyor.
Hiç kuşkusuz sistem içi muhalefeti böyle bir stratejik değişime yöneltmek, deveye hendek atlatmaktan çok daha zordur. Bu haliyle neredeyse imkansızdır. Muhalefet partilerinin ve muhalif medyaların içi, tarihte eşine rastlanmayan ölçüde “devletleştirilmiştir.” Hepsine devletin değişik kanatlarına bağlı “görevliler” yerleştirilmiştir. Devletin içindeki çelişkiler bu partilerin ve medyaların durumuna bakıldığında çıplak biçimde görülebilir. İktidarda olsun, muhalefette olsun, artık partilerin ve medyaların devlet aygıtına müdahaleleri, etkide bulunmaları geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde zayıflamış, partiler devlet aygıtının etki alanına görülmedik şekilde girmiştir.
Süreç içinde faşizmin tırmanışı bu etkinin artmasıyla paralel hızlanmaktadır. Tabandan radikal bir muhalefet örgütlenmedikçe bu partilerin nispeten özerk hale gelmeleri beklenemez.
Şu anda kimin devlet görevlisi, kimin devletten özerk olduğunu gösteren biricik ölçüt, o kimsenin barış ve çözüm konusunda takındığı tutumdur. Bunun dışında kendine keskin solcu hatta “komünist” dese de, en Atatürkçü kimliğiyle Erdoğan’a saldırır görünse de, “Adam Smith” kılığında ne gibi ahkam kesse de, kendini neredeyse Allah’ın “elçisi” gibi tanıtıp, rejime ne kadar verip veriştirse de bunların topunun devletle doğrudan ya da dolaylı bağlı olduğundan şüphe bile edilemez.
Neden? Şüpheci miyiz? Hayır.
Çıplak bir gerçekten söz ediyoruz. Savaş varsa ekmek yok. Çözüm yoksa demokrasi de yok. Formül basit ve itirazı gayrı mümkündür. 2015 öncesine bakan, sonrasını yaşayan herkes bu gerçeği kolayca anlar. Nispi barış varken ve çözüm süreci yolunda adımlar atılırken cebinde ne kadar paran vardı say, sonra dön cebine el atanlara karşı ne kadar itiraz, gösteri, grev, söz, basın hakkın ve özgürlüğün var ölç, nispi de olsa barışın ve sonuç vermemiş olsa da çözümün biricik çözüm olduğunu anla.
“Bu halk anlamaz” mı diyorsun, sen anla birader.