Tarihsel olarak Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun 1987 yılında yayımlamış olduğu “Ortak Geleceğimiz” adlı rapor ile tanışılan sürdürülebilirlik kavramının özü “İnsanlık; doğanın gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçları temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir” açıklamasına dayanır. Ancak bugün artan nüfus ve aşırı tüketimin sonuçlarıyla yüzleşmekte olduğumuz üzere, kapitalist sistem içerisinde ne üretkenliğin ne de çeşitliliğin gözetilmesi mümkündür. Bu düzen içinde süreklilik ilkesinin dolayısıyla sürdürülebilirliğin illüzyondan ibaret olduğu gün geçtikçe daha net anlaşılmaktadır.
Her zaman genişlemek için kendi dışındaki unsurlara ihtiyaç duyan kapitalizm için büyümenin sınırlarının olmadığına ve sineğin yağının çıkarılmak zorunda olduğuna kuşkusuz birçok örnek verilebilir. Misal İstanbul’daki adalarda ulaşım alt yapısını sağlayan faytonculuk uygulamasını düşünelim: Haziran ayında kamuoyu gündemine tekrar geldiği üzere faytonlara koşulan atlar uzun süredir bakımsızlık, kazalar ve kötü muamele sonucu büyük suistimale uğratılıyordu ve insan-hayvan ilişkisinde sürdürülebilirlik ideali kaçınılmaz olarak atların aleyhine bir “süründürebilirliğe” dönüştü. Bu konuda yasal düzenleme ve yaptırımlar da uygulanmadığından mağduriyetin ortadan kalkması için failin cezalandırılması yerine mağdurun yok edilmesi bir çözüm olarak görüldü. Sonuçta faytonların silueti adalardan silinirken atlara ne olacağı merak uyandırıyor, bununla birlikte çok yakında adalarda atların elektrikli araçlarla ikame edileceği açıklandı bile.
Fayton deneyimi yakın gelecekte insan emeği için de benzer çözümler üretileceğinin göstergesi gibi: Bu kez insanın insan türünü enterne edeceği aşikar. Kaldı ki bugün bazı üretim ve hizmet sektörlerinde insan odaklı makine kullanımının dışına çıkılarak direkt makineler de kullanılabiliyor. Diğer taraftan insan benzer bir ilişkiyi de üretim faktörlerinden saydığı doğal kaynaklar üzerine kurmuş durumda. Nitekim onyıllardır iklim değişikliği, gezegenin yaşanması zor bir yer haline gelmesi nedeniyle çanlar insan türü dahil tüm canlılar için çalıyor. İklim değişikliğine yol açan sera gazı oluşumunu dolayısıyla küresel ısınmanın başlıca nedenlerinden sayılan bireysel tüketim alışkanlıkları ile enerji üretimi esasen doğal kaynakların yerin altından çıkartılarak işlenmesi ve kullanılması süreçlerini izliyor.
Madenlerin yer altından çıkarılması için harcanan teknolojinin ve kullanılan kimyasalın toprağı dolayısıyla bitki örtüsünü nasıl zehirlediği, yerin üstünün altından daha değerli varsayıldığı hemen her toplumun tarihselliği içinde söylenegelmiştir. Dünya genelinde nükleer santrallerde kullanılan nükleer yakıtının imalinde kullanılan uranyum ham maddesinin çıkarılmasıyla nesiller boyu ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalan Aborjinler de Avustralya’da yaşadıkları benzer kaderi mitolojileriyle ölümsüzleştirmiştir: “Beyaz Adamın Avustralya’ya ayak basmasıyla Gökkuşağı yılanı imajı da doğar.
Aborjin mitolojisine göre Yule river kıyılarında Njamal topluluğunun toprakları içinde uyuya kalan dev yılan, yeraltı kaynakları üzerinde insanın kontrolünün ötesinde bir kontrole sahiptir. Yeraltı kaynaklarını çıkarmak yılanı rahatsız etmek ve uykusundan uyandırmak demektir. “Uykusundan uyandırılan yılan gün gelip insandan intikamını alacaktır” düşüncesi bugün aktivistlerin kullandığı “Bırak yerin altında kalsın!” sloganının haklılığını teslim etmektedir. Uranyum, kömür, altın, petrol ve diğer yeraltı kaynakları… sürdürülebilir gelecek yeraltı kaynaklarının yer altında bırakılmasıyla mümkündür. Kaynağında sınırlı, sonlu, kirletici kaynaklar sürdürülebilirliğin değil ancak insanın kendisi dahil tüm canlıları süründürebilirliğinin garantisi olabilir.
Pınar Demircan