Azad Barış
Hiç şüphesiz sanatın genel işlevlerinden biri de karmaşık soyutlama boyutlarını görünür kılma, duyulmayanı duyulur hale getirme, karanlığa ışık tutma ve bakma biçimlerini değişik perspektiflere göre yorumlamaktır. Kavramsal sanatın esas erbaplığı da buradadır. Ahmet Güneştekin’in sanatçılığını ve topik erbaplığını sulandırmak gibi bir niyetim olmasa da son sergisi için seçtiği mekâna dair yanılsamalı algısı ve sanatına ilham veren tekinsiz dürtünün her haliyle olumsuz olduğunu söyleyebiliriz herhalde.
Taşların şahitliğinde olup bitenleri sadece Tanrı’nın efsunlu gözleri görmedi. Taşların dili olsaydı da anlatsaydı Sur’daki yangının izlerini ve dışarıya yükselen dumanların tekinsiz felaketini. Sur, ölülerini mezarsız yaslarla ananların gamlarıyla ayakta kaldı. Bilirsiniz “Mezarsız Ölüler” oyununda Sartre şöyle bir soruyu sordurur oyundaki progonist karaktere: “İnsanları kemikleri kırılıncaya kadar döven birilerinin var olduğu bir dünyada yaşamanın ne anlamı var?” İşte tam da bu soruyu hatırlatıyor surları sanatla buluşturan sözde kent soylusu sanatsever elitinin grotesk bir sanat sergisiyle hafızanın sıkıştırıldığı bir odadan parçalanmış hakikate ulaşma çabası. Entelektüel gerilimin had safhaya ulaştığı o mekânsal daralma nasıl da sanatın gerilmiş ilhamını gün yüzüne çıkarıyor ve kendisine hükmetmeyen birinin önceden hükmedilmiş trival aktüalizasyonun ucunda bastırılmış direnişin izlerini arayarak nasıl da vicdanını rahatlatmaya çalışıyor.
Ruhları zedelenmiş, hafızaları gök taşları ile dövülmüşler ise acının en yalın haliyle odanın dışında, duvarın dibinde bir yerde bekliyorlar. Evet, bekliyorlar ama bekledikleri çürüme değil, yüzleşmeden affetmek de değil. Hafızanın tohum kardeşliği için bekliyorlar, bütün acıların iyileşmesi için sırtlarını birbirlerine dayayarak bekliyorlar. Tarihin tüm çehrelerini zan altında bırakan bir dünya acısıdır onları bir arada tutan. Zaman ve mekân mefhumunu genişleten bir hafıza çemberidir Suriçi dedikleri yer. Kavimlerin hatıratlarında yüce pirlerin mekânı, ilahların kelamında yüzlerini güneşe dönenlerin ebedi meclisidir Sur. Her bir kesme taşı ne bir odaya ne de figüratif bir fanusa sığdırılmayacak kadar cüsseli ve kadim bir hafıza yazıtıdır Sur’un.
Bin yıllık ahın toprağa karışmış bütün tortularını tabii ki angaje bir sanat sergisinin ortaya çıkarması beklenemez ama onca yaşanandan sonra yapılacak ilk iş bu muydu sorusunu sormak vicdani bir muhasebe değil midir, o odanın dışında bekletilen ötekiler adına. Unutulmamalıdır ki, gerçek acının boyutları bir yüzleşme aynasına tutulmadan, kinizm temsili bu tür kırık camlar oyunları, ancak gerçek acıların unutulmasını çabuklaştırabilir. Çağımızın yetenekli sanatçılarından biri olan Güneştekin sergisinin tavizsiz radikalliği bile Hegel’in dediği gibi “keder bilincinin” tamamı da olsa o karanlık hafıza odasını aydınlatamaz. Ancak ve ancak bir formalizm ya da özelliklerinden arındırılmış zamansız mekânı alıcıya gösterme çabası olabilir.
Doğduğu coğrafyanın renkleriyle mühürlenmiş sanatçının öznel öznesi eserleri, öze dönüş yerine estetik kaygısı taşıdığı için halkların vakur duran hafızasını ancak bir tasvir olarak o odaya yansıtabilmiştir. Ayrıca dünyadaki birçok emsali çalışmanın da çok gerisinde bir yaratıcı özneliğe sahiptir ekspozisyonun bütünü. Sırf bu bile acıyı derinden yaşayanlara, direnenlere ve kalpleri gamların marazına düşenlere büyük haksızlıktır. Estetik ilkenin ön plana çıkması ile karelerdeki kötülüğün bütün izleri silikleşmiş ve o ihtişamlı görünümün ortasında hafıza kaybına uğramıştır. Oysaki hafıza ve bellek üzerinden bina edilen sanat, adalet dileyen olgulardan hareket etmez, unutuluşa karşı bir hatırat taşını diker ve olup bitenlerin dehşeti karşısında sessiz kalanları da şok olmaya davet eder. Sanatçının niyetinden ve o “hafıza odası”nda ortaya çıkanlardan azade olarak sergi ve etrafında dönenler, ne yazık ki karanlığa ışık tutmak yerine esas karartıyı başkalaştırmış ve yüz yıldır coğrafyanın hafızasına saçılmış dehşetin daha da büyümesine yol açmıştır. Bu ve buna benzer çoklu sebeplerden dolayı böylesi bir girişimin konstrüktif olup olmadığı her haliyle açık bir sorudur. Hâlbuki bütün cehennemi tufanlara şahitlik etmiş o surların tanıklığı bile yeterli bir utanç abidesi olabilirdi sanatçının hakiki dürtüşüyle. Ama şimdilik olmadı, sadece seraplara yenik düşmüş yankılar ve karartılara bürünen yanılsamalar kaldı “hafızanın” geri kalanında…