Gezdiğim her sokağında annemin anlattığı hikayeler, anneannemlerin evindeki hewş (avlu),bakkalcı Aziz Dayı, anneannemin çorap ördüğü zaman üzerinde oturduğu evin önündeki taş ve daha niceleri gelir aklıma. Her bir köşesi ayrı bir güzeldir Sur’un. Geçmişte; Kürtler, Süryaniler, Ermeniler, Asuriler, Keldaniler, Türkler, Rumlar hep birlikte yaşamış Sur’da.
Her bir sokağı, mahallesi ayrı birer tarihtir. Evleri bazalt taşındandır. Kışın sıcak; yazın serin tutar. Geçmişe yolculuk yapmak isteyenlerdenseniz Sur’u mutlaka gezin. Ben, Surlu olmama rağmen her gezdiğimde yeni ve farklı bir tarafını keşfediyorum.
Sur’un Alipaşa Mahallesi; Qırıxların diyarı. “Belalarıyla” ünlü bir mahalle olarak bilinir. Belalarından kastedilen; otorite tanımaz, kendi bildiğini okur kavgacı; ama bir o kadar yufka yürekli insanların mahallesidir. Öyle ki; rastladığım bir duvar yazısında, “Bu Alipaşa’da bir kural var; kralına göre değil, kafana göre yaşarsın” sözleri aslında ne demek istediğimi özetliyor. Alipaşa’nın bir kısmı şu an, “kentsel dönüşümün” kurbanı.
Bir diğer önemli tarihi yerlerinden Cemilpaşa Konağı; şimdiki ismiyle “Diyarbakır Kent Müzesi.” Devasa büyüklükte olan konakta, Diyarbakırlı Cemilpaşa ve ailesi yaşamış. Müzede, Cemilpaşa Ailesi’nin şahsında Diyarbakır kültürünü görmek mümkün. Konağa adım atar atmaz, modernizmin restore edilmiş haliyle karşılaşsam da sergilenen tarihi gördüğümde, yine çocukluğum, annemin hikayeleri ve Sur sokaklarında oynadığım oyunlar gözlerimde canlandı. O anılar, belleğimde her canlandığında istemsiz gülümsemem beni o zamanlara götürdü; tarihime, kültürüme, kırık konuştuğum Türkçeme…
Sur’un sokaklarını arşınlarken, keskin çöp kokusu giderek yükseliyor. Belli ki kayyum, Surluları temiz bir çevrede yaşamaya layık görmüyor. Çöp kokusuna maruz kalmamak için nefesimi tutarak yürürken Meryem Ana, şimdiki adıyla Süryani Kadim Kilisesi karşıma çıkıyor. Kilise, DBP’li belediye döneminde restore edilen Diyarbakır Kilisesi’nin tam karşısında. Meryem Ana, Sur’un en eski yapılarından. Ziyaretçilerin yaptığı bağış ve cüzi ücretle maddi olarak ayakta kalabilen kilisede, Süryani bir aile yaşıyor aynı zamanda. Kilisenin bakımını da onlar yapıyor.
Dört Ayaklı Minare, Keçi Burcu, Yedi Kardeşler Burcu, Ben û Sen, İç Kale ve daha niceleri…
Adımımı attığım her sokak, her taş, her ev konuşuyor gibi. Onlar birer tanık ve bana, “Biz burada ne kültürler ne insanlar ne halklar barındırdık. Şimdi bize gördüğünüz reva; ‘yenilemek’ ve çöp içinde bırakmak mı?” der gibiler.
Peki, tüm bu yaşanmışlıklar varken Sur’da; sözde aslına uygun betonla yapılacak evlerle belleği unutturmak mümkün mü?