Al ‘Hortum’ misali birini Silopi’ye götür, değişen sadece kullanılan araçlar olur, ‘hortum’ hafif gelirse kalaslar ve silahlar devreye girer, vs. Kes bıyıklarını Hanifi’nin, tak rütbeleri, 5 No’luda hiç sırıtmaz. Çünkü burada kişilerin ‘kafasına göre’ takıldığı durumlardan değil, mekanizmanın her gün yeniden tahkim ettiği ‘düşman’ ve ‘tehlike’ algısından söz ediyoruz
M. Ender Öndeş
Pek uzak bir tarih değil aslında, 1990’lardan söz ediyoruz. Beyoğlu’ndaki meşhur ‘Hortum Süleyman’ vakasından… 1991’de Urfa’dan tayini İstanbul’a çıktığında “Beyoğlu’nun halini” görmüş ve kendisine “Rabbim beni buraya ekipler amiri yaparsa hepsini temizleyeceğim” demiş Süleyman Ulusoy. 2005’te Hürriyet’e verdiği bir röportajda böyle diyor. Sonrası biliniyor. Sokaklarda ve karakolda özellikle transları hortumla dövmeler ve daha türlü türlü işkenceler filan. İş, bir ara “9 travestiye şiddet uyguladığı gerekçesiyle TCK’nın 245. maddesi uyarınca efrada kötü muamele etmek suçundan 2 yıl 3 ay ve 27 yıl arasında hapis istemiyle” yargılanmasına kadar gidiyor ama 2003’te çıkan bir ‘af’ yasasıyla paçayı kurtarıyor.
Hiç reddetmiyor yaptıklarını. “Evet, dövdüm” diyor röportajında. ‘Hortum’ işinin ise abartıldığını söylüyor, “copum o anda yanımda yokmuş demek” diye açıklıyor yaptıklarını ve bunun bir ‘beka’ meselesi olduğunda ısrar ediyor: “Devletin polisi homoseksüelden dayak yiyor mu dedirteceğim? Devleti zaafa mı uğratalım?” Sonra da bir Türkiye klasiği geliyor tabii: “Bayrağımıza, ezanımıza, ahlakımıza, kültürümüze sahip çıkacağız elbette!” Bir yandan da kendisini “Sıcak, sevecen bir insan” olarak tanımlıyor. “Hanım yoksa bulaşığı bile yıkarım” diyor hatta. O kadar olur yani.
Sonra, gel zaman git zaman emekli oluyor Süleyman Bey. 2004’te memleketi Erzurum Horasan’dan AKP belediye başkan adayı olmak istiyor ama AKP başkasını aday gösteriyor. ANAP üzerine atlıyor hemen ama seçilemiyor. 2007 seçimlerinde ise MHP’den milletvekili adayı olmak istiyor ama MHP bu “Horasan yiğidi”ni aday yapmıyor; çok ayıp ediyor. Sonra bir ara Bayrampaşa Belediyesi’nde takılıyor, İstanbul´daki Erzurum Dernekler Federasyonu Başkanı oluyor ve kadere bakın ki, tam da 2019 yerel seçimleri öncesinde, 1 Haziran’da bir iftar yemeğinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun masasında zuhur ediyor! Has ve öz Erzurumlular milliyetçi bir adamın Kılıçdaroğlu’nun masasında oturmasına öfkeyle saldırırken, HDP ile bir arada görünmekten imtina eden Kılıçdaroğlu’na “Sen ‘Hortum’la ne iftarı açıyorsun abi” diyen olmuyor. Malum, “helalleşme’ zamanları!
Düşmanlığın mekanizması
Derdimiz ‘Hortum’la değil. O bir köşede mukadderatı beklesin dursun. Mesele o değil. Mesele şu ki, Türkiye’de hiçbir zulüm ve hiçbir zalim, yalnızca tek bir kesime, yalnızca bir grup ya da insana yönelmiyor. Beyoğlu’ndan başlamışken mesela, sözünü etmesek olmaz; 70’li yıllarda yine Beyoğlu’nu ‘düzeltmek’ için omuzda ceketle pavyon kapılarını tekmeleyen ‘dürüst polis’ Sadettin Tantan’ın 19 Aralık Katliamı’nın İçişleri Bakanı olması, aynı gerçekliği gösterir.
Yani hayat, su geçirmez kaplardan oluşmuyor. Yalnızca AKP dönemi filan değil, genel olarak devletin (sadece resmi devlet güçlerinden ibaret olmayan) zulüm mekanizması, teknik değil ideolojik/politik bir mekanizma ve bir alanda farklı, başka bir alanda farklı çalışmıyor. Feministlerin affına sığınarak bu işleyişi “Kesişimsel kötülük” olarak adlandırabiliriz belki. Uyar mı uymaz mı bilmiyorum doğrusu ama şunu anlatmak istiyorum: Yoğunlukları, yönelim şiddetleri ve kullanılan araçlar birbirinden birbirinden farklı olsa da bu mekanizma, bir şekilde ‘Müesses nizam’ için tehlikeli ve ‘zararlı’ bulduğu her şeye ve herkese saldıran bir yapıya sahip. Kuşkusuz öncelikle ve temel olarak sınıfsal ama kimlikleri, inanışları, yaşam biçimlerini de kapsayan bir hedef yelpazesi var. Yani Diyarbakır’da sokak ortasında çocukları dövenlerle, patron villalarının önünde direnen işçilerin üzerine çullananlar, her hafta ısrarla Cumartesi Anneleri’ni kelepçeleyip araçlara dolduranlar, Onur Yürüyüşü’nde yakaladıklarını hastanelik edenler aynı kişiler; Berkin’i vuran fişekle Medeni Ayhan’ı vuran mermi de aynı namludan çıkıyor aslında. Tabii ki, şiddetin düzeyi ve uygulama biçimleri duruma göre değişiyor. Bu, düzenin X ya da Y mevzusunda ne kadar risk algıladığıyla ilgili olduğu kadar, şiddet uygulanan kesimin rengi, dili, etnik aidiyetiyle ve uygulayıcıların bu konuda önceden yüklendiği nefret kodlarıyla da ilgili ama netice itibarıyla aslında tek bir mekanizma eşit ya da eşitsiz bir dağılım gerçekleştiriyor. X olayında birini zırhlı aracın arkasına bağlayıp sürükleyen ekibi, al götür 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak isteyen grupların karşısına koy, orada yapacaklarının sınırını belki biraz metropol ortamındaki nispi şeffaflık, yani yapacaklarının kamuoyu tarafından görünürlüğü belirler; yoksa kafa aynı kafadır. Al ‘Hortum’ misali birini Silopi’ye götür, değişen sadece kullanılan araçlar olur, ‘hortum’ hafif gelirse kalaslar ve silahlar devreye girer, vs. Hatta Silopi ortamındaki “herkesi düşman olarak görebilme” rahatlığı onun da elini rahatlatır. Kes bıyıklarını Hanifi’nin, tak rütbeleri, 5 No’luda hiç sırıtmaz. Çünkü burada tek tek kişilerin ‘kafasına göre’ takıldığı durumlardan değil, mekanizmanın en başından kodlayıp her gün de yeniden tahkim ettiği ‘düşman’ ve ‘tehlike’ algısından söz ediyoruz. Ve bu, artık yalnızca verilen emirlerle ilgili de değildir, öyle ki, çoğu durumda daha üst rütbelilerin yatıştırmak zorunda kaldığı genel bir agresiflikten de söz ediyoruz.
Takdir edilesi hareketler
Ve yalnızca resmi devlet mekanizması değil. Esas olarak resmi düzeyden kodlanan ama çoğu durumda mevcut iktidara ‘muhalif’ gibi görünenleri bile kapsayabilen bir atmosferden söz ediyorum. Madımak Oteli önünde toplanan güruhla Sakarya’da Kürt tarım işçilerini linç eden topluluk arasında derinden bir ilişki vardır ve her iki durumda da saldırganların bir gözü her zaman resmi mekanizmanın bu eylemi ne kadar “hoşgöreceği”ne odaklanmıştır. Hrant’a kurşun sıkanlar, aynı rahatlıkla bir transı da öldürebilirler ve yine aynı rahatlıkla binbir zorlukla çocuklarını ziyarete gelen Kürt anneleri taciz edebilirler, ‘uzman çavuş’ rütbesini kullanarak kadınları intiharın eşiğine sürükleyebilirler ya da LGBT karşıtı bir gösteriden eve dönüşte metroda bir taciz vakasının faili olabilirler. Fiziki olarak örgütlenmediği hallerde de bütün bu pis işler, bir ideolojik/politik atmosfer ve cezasızlık tarafından koşullanır; yani A kişisi ya da kişileri, yaptıklarının genel bir takdir göreceğini bilmektedir. Ve yine bu kişi ya da kişilerin yaşamın başka alanlarındaki konumlarının da belli bir ‘kesişim’ göstermesi; kadına şiddet, LGBT düşmanlığı, mültecilere nefret, hayvanlara eziyet, Kürtlere saldırganlık gibi musibetlerin aynı anda aynı kişide-kişilerde toplanması şaşırtıcı olmamaktadır.
Topyekûn karşı duruş
Kıssadan hisse yeterince basit: Hayatın çeşitli alanlarında çeşitli biçimlerde tezahür eden ve farklı sebeplerden kaynaklanıyormuş gibi görünse de aslında bütünsel olan bir saldırıya, aynı bütünsellikle karşı çıkmıyorsanız, aslında bir biçimde onun bir parçası oluyorsunuz. Ve bu ayrıca nafile bir çaba. Beni şurası ilgilendiriyor, şu kadarına karşıyım diyenler, o ilgilenmedikleri bölümün de yarın kendileriyle ilgileneceğinden emin olabilirler.
Şunu anlıyorum; hayatın içinde herkes sorunun kendisine dokunan, en somut yanıyla muhatap olur ve kimse aynı anda bütün diyalektik bağlantıları kavrayan bir “süper aydınlanma” yaşamayabilir; genelde yaşamaz zaten. Bir grevde polis copuyla karşılaşan her işçi, ertesi gün aynı copun Diyarbakır’daki ya da İstiklal Caddesi’ndeki anlamı üzerine derin düşüncelere dalmaz. Ama devrimci siyasetin rolü de oradadır zaten. Devrimci siyaset, -netameli alanlardan korktuğu için- bu eksikli düşünme biçimini normalleştiren bir yerde durmaz, ona teslim olmaz, onu değiştirmeye uğraşır. Bu mevzu genelde şu “Ermeni’yi dövdürmeyecektik” tekerlemesiyle anlatılır ama gerçek hayatta “vaktiyle kaçırılmış bir moment” değil, her gün tekrarlanan bir tercihler silsilesi vardır. Bugünlerin gündemidir mesela, bir insanın dipsiz bir kuyuya gömülüp yıllarca yakınlarıyla bile görüştürülmemesi, en hafif deyimle suçtur ve siz ‘netameli konu’ diyerek onun üstünden atladığınızda, örneğin cezaevindeki gazeteciler üzerine söyledikleriniz anlamını yitirir. Camiada genel kabul ve prestij kazanmış olan Cumartesi Anneleri’ni sahiplenip Onur Yürüyüşü’ndeki şiddete dair bir şey söylemediğinizde de aynı şey olur. Akdeniz’de boğulanlara üzülüp yaşadığınız kentin mahallelerindeki atölyelerde üç kuruşa çalıştırılan mültecileri görmediğinizde yine bir şeyleri kaçırırsınız. Yöneticilerin yolsuzlukları nedeniyle çöken bir demiryolunda can verenler için çaba gösterirken, Kürt illerinde her gün çocukları katleden zırhlı araçları görmezlikten gelemezsiniz ayrıca.
Sevmek-sevmemek
Er kritik mesele de şu: Herhangi bir zulme karşı çıkmak ve herhangi bir kişinin, toplumsal kesimin haklarını savunmak için, onu/onları sevmeniz, benimsemeniz gerekmiyor. Zaten, sadece sevdiğimiz/benimsediğimiz kişiler/gruplar için harekete geçmek, az zorlandığında ırkçılığa/cemaatçiliğe kadar varabilecek uçlar içerir.
Öcalan’ın paradigmasını benimsemeyebilir, karşı çıkabilirsiniz mesela ama bu sizi ezen mekanizmanın aynı zamanda o tecridin de müsebbibi olduğu gerçeğini değiştirmez. Alevi olmayabilirsiniz; ama kapılara o çarpı işaretlerini çizenlerle Kur’an kurslarında çocuklara tecavüz edenlerin aynı ideolojik cephanelikten beslendiğini bilirsiniz. Eşcinsel olmayabilirsiniz, hatta bir adım ilerisi, onları sevmeyebilirsiniz; ama copların hepsi aynı maddeden yapılır ve biber gazı herkesin ciğerlerini aynı ölçüde etkiler. Sur’da, Cizre’de yıkılmış evlerin duvarlarına “kurdun dişine kan değdi” yazanlarla Cihangir sokaklarında tuttuğunu dayaktan geçirenler, bizim Kürt ya da eşcinsel olup olmamamızdan bağımsız olarak aynı şeyin laciverdidir.
Kıssanın hissesinin hissesi şu yani: El ele tutuşmak. Daha teorik bir dille söylersek, nihai olarak düşmana göre biçimlenmek. Elbette politik hayatta herkes kendi amacına göre konumlanır ve öncelikli olarak kendi alanında devinir. ‘Nihai’ kavramını o yüzden kullanıyorum ama şunu anlatmak istiyorum: Kendi süreçlerimizi yaşarken, karşımızdaki düşmanlığın kesişim alanlarını gözden kaçırırsak, başkalarının acılarından, sorunlarından koparız ve o zaman bütünselliği kaçırırız.
Ta ne zaman sormuş adam bakın, 1902’de: “Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dinsel mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, amansız sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hâlâ bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır?” (Lenin)
O kadar sıkıntılı bir şey de değil bu “el ele tutuşma” hikâyesi… Gezi’nin ortalarında bir yerde, sevgili Ulaş Bayraktaroğlu’nun ortalığı birbirine kattığı gün, alandaki bir avuç insan el ele tutuşup zincir yapalım derken, hayatımda ilk kez bir eşcinselin elini tutmuştum. Vallahi bir şey olmadı!
Yahu, o da ne ki? 20-30 yıldır Kürtlerle çalışıp duruyorum, hâlâ dümdüz Boşnak olmayı sürdürüyorum.
Kesin bilgi bunlar, yayabilirsiniz!