Özgür Müftüoğlu
Neyin “suç” olacağı, hangi eylemlerin “suç” sayılacağı, toplumsal güç ilişkilerine ve bunun belirlediği koşullara göre değişir. Güç ilişkilerinin sonucunda, yasa koyma yetkisine sahip olan “devlet” aygıtını ele geçirenler “suç”u tanımlar ve “suç”a karşılık gelecek “ceza”yı belirler.
Devlet erkini elinde bulunduran egemenlerle toplumun genel çıkarları arasında mesafenin olmadığı, toplumun geniş kesimlerinin demokratik katılım sağlayabildiği, iktidar tarafından temsil edilebildiği koşullarda “suç”, toplum vicdanıyla da değer yargılarıyla da örtüşür. Ancak bu örtüşmeyi sağlayan koşulların olmadığı durumlarda yasa koyucu “suç” tanımlamasını ve suça karşılık gelecek ceza hükümlerini kendi egemenliğini koruma ve güvence altına alma saiki ile gerçekleştirir. Devletin otoriterleştiği bu gibi durumlarda “suç ve ceza”, toplumsal gerçeklerle uyuşmadığı, toplum vicdanıyla ve değeriyle ters düştüğü gibi hem mantık dışı hem de absürt (saçma) olabilir.
Diğer burjuva devletleri gibi Türkiye Cumhuriyeti’nde de toplumun genel çıkarlarıyla devletin temsil ettiği çıkarlar hiçbir zaman tam olarak uyuşmamıştır. Özellikle ayrımcılığa uğrayan halklar ve toplum kesimleri (Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar, emekçiler, sosyalistler vd…) için hak, hukuk, adalet tanımadan yapılan “suç” tanımları ve bunlara mukabil ceza hükümleriyle geçen yüz yıl boyunca bu topraklarda büyük acılar çekilmiştir. Bu nedenle Türkiye’de yasa koyucunun “suç” tanımlamalarına ve ceza hükümlerinde‘hak, hukuk, adalet, vicdan, ahlâk tanımazlığı’na alışkınızdır! Öylesine normalleşmiştir ki artık, örneğin ekmeğini yediği, suyunu içtiği toprağının talan edilmesine ses çıkarmanın; emeğinin ve sosyal haklarının ardına düşmenin; anadiliyle eğitim almayı ve dilinin olanaklarını geliştirmeyi savunmanın; ibadet hakkının ardına düşmenin “suç” sayılması da bu “suç”ları işleyenlerin cezalandırılması da garip gelmez bize…
Ama ne yalan söyleyelim, yasa koyucu-yürütücü-yargılayıcının tüm yetkilerinin “tek adam”da toplandığı saray nizamında -özellikle son dönemde- üretilen “suç”lar bizi bile şaşırtıyor! Mesela, “padişah türbesinde ellerini arkada birleştirmek suretiyle yürümenin türbeye saygısızlık” gibi bir “suç”un eylemi olacağı ya da ülkenin üçüncü büyük partisini ziyaret etmenin “suç” sayılacağı, bundan birkaç ay öncesinde bile söylense absürt gelirdi, inanmakta zorlanırdık.
Hadi bu absürtlüğe muhatap olan İmamoğlu’na yönelik, iktidardakilerin yerel seçimlerden gelen bir kuyruk acısı vardı diyelim. Ya da yarın bir gün bu İmamoğlu başkanlık için rakip olarak ortaya çıkar vs… denilerek özel üretilmiş bir “suç” olarak bakalım; pandemiye önlem diye getirilen -akıldan, bilimden, izandan uzak- yasaklarla birlikte üretilen “suç”lar ve karşılığında hükmedilen “ceza”lara ne diyeceğiz peki?
Adına “tam kapanma” dedikleri büyük çoğunluğu yaşamları tehlikeye atılarak çalışmak zorunda bırakılan emekçilerden oluşan 16 milyonu aşkın kişiye sokaklara çıkma izni verilirken ve toplum sağlığını tehlikeye atan pek çok uygulama varken, torunuyla markete giden emekliye bir aylık emekli aylığını aşan miktarda ceza kesilmesine ne demeli örneğin? Veya virüsü yayıcı değil, yok edici etkisi olan alkolün içecek olarak satılmasının; yanı sıra pil, ampul, defter, kitap, çamaşır, bardak, çanak gibi ürünlerin satışının “suç” sayılmasını nasıl açıklamalı? Ya da denize giren üç kişiden iki yabancıya izin verip Türkiyeli’ye ceza kesmeyi, fıkralardan başka nerelere sığdırmalı?
Açıklanamaz bir durumu yaşıyoruz velhasıl! Sarayın iletişim “erbabı”, hukukçu tayfası, kadrolu medya soytarıları… tümü bir araya gelse “suç” üretmekteki bu absürtlüklere mantıklı bir açıklama bulamazlar.
Ama Emniyet Müdürlüğü’nün yayımladığı “Toplumsal olaylarda, polisin halka, öğrencilere, sivil toplum üyelerine yönelik coplu, biber gazlı şiddetin belgelenmesini engellemek için görüntü alınmasını yasaklayan genelge”sini bunlardan ayrı tutmak gerekir. Diğerleri gibi mantıksız değildir çünkü. O genelgeyle üretilen “suç”, devletin yüz yıllık “suçunu örterek iktidarını yürütme” geleneğinin devamıdır! Farklı olarak bugün devlet, ayrımcılığa uğrayan halklar ve toplum kesimleri içine -Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar, emekçiler, sosyalistlerin yanı sıra- AKP iktidarında işsiz kalan, yoksullaşan işçi, esnaf, köylü, memur… herkesi almıştır ki onlar da bir avuç sermayedar ile AKP/MHP yandaşı dışında kalan nüfusun tümüdür!
Son anketler, toplumun AKP’den gün be gün kopuşunu, desteğin azalışını açıkça göstermektedir. Buna bakarak kimileri -başta Kılıçdaroğlu- önümüzdeki ilk seçimlerde AKP’den kurtuluşun müjdesini vermektedir! “Ham bir hayal”dir bu. Zira toplumsal muhalefet demokrasi, adalet, özgürlük talebini örgütlenerek mücadeleye dönüştürmeden, toplumsal güç ilişkilerini değiştirmeden sadece sandıkta oy vererek; iktidarda kalmak için en akıl almaz şeyleri bile yapan/daha da yapacak olan otokratik bir iktidardan kurtulmayı ummak, iktidarın ürettiği suçlar kadar absürttür!