Nazi Almanya’sının bir mahallesine götürüyor Markus Zusak’ın Kitap Hırsızı adlı romanı. Mahallede geçen olaylar, bir Yahudi’yi evlerinin bodrumunda ailesiyle saklayan küçük bir kızın bakış açısıyla aktarılıyor. Roman kahramanı, bir yandan mahallelere dek yayılmış kelimelerin, bütün Almanya’yı sarmış ırkçı, cinsiyetçi ve yayılmacı büyük kelime ormanlarının, üretilen sembollerin gündelik hayatın içine nasıl nüfuz ettiğini, diğer yandan buna karşı direncin nasıl oluştuğunu anlatıyor. Kitap boyunca alkışladığımız kişiler, mahallesindeki yabancıyı linç etmek isteyenler değil, tehdit altındaki yabancıyı evinde saklayan/koruyan ve yabancıdan özür dileyen kişiler. Akkuzulu Mahallesi, zihin dünyamızda hem bir suç mahallini, hem de büyük kelime ormanlarından kaçışı örebilen muhtar Halil Kökmen ve Kılıçdaroğlu’na kapıyı açan tedirgin ev halkını hatırlatıyor.
İstismar, yumruk, linç ve tecrit geçtiğimiz haftanın kelimeleri. Farklı mahallelerin bu kelimeleri, istesek de istenmesek de birbiri ile ilişkili. Kelimeler, iktidarı ve muhalefetiyle hepimizi kuşatıyor. Hatırlayalım, uzunca bir süre milli irade, beka, terör ve terörist kavramları ile güne başladık, bu kavramlarla uykuya daldık. Bugünlerde Kılıçdaroğlu’na atılan yumruğu, taşlanan ev ve arabaları, “yakın bu evi!” seslerini, linç girişimini ve ciddi bir hal alan açlık grevlerini konuşuyoruz. Bu kelimelerin hemen hepsi, hem Ortadoğu hem de Türkiye’de toplumsal belleğin acı çağrışımları ile yüklüler.
Sözü edilen kelimeler, ben ve Öteki ile ilişkililer. Bütün sorun, yabancı/Öteki ile birlikte bir yaşam inşasında başarısız olmak ya da başarılı olmakta. Bir yandan politik dostluğun yıprandığı bu süreçte konuşmamak, işitmemek ve anlamak için hiçbir gayret göstermemek, Öteki’ne kayıtsız olmak: sonuç, her topluluğun kendi içine kapanması, hayatın tekrardan oluşması ve Öteki’ne nefretle bakılması. Öte yandan çoğu kez kutuplaştırmanın ve tecridin ekonomik ve siyasal çıkarlara nasıl hizmet ettiğinin görünmez kılınması, çıkarların perdelenmesi ve gizlenmesindeki başarı: kutuplaştırma yoluyla tüm çeşitliliği içinde halkın birbiriyle buluşamaması.
Mahalledeki Rabia Naz, beş yaşındaki çocuk ve istismar
Rabia Naz’a ne olduğu ve suçluların nerede ve nasıl saklandıkları, adaletin nasıl sağlanacağı tartışmaları sürerken ‘beş yaşındaki çocuğu’ konuşmaya başladık. Birileri beş yaşındaki bir çocuğu evinin önünden alıp kaçırıyor, karakola çok yakın bir bölgede istismar ediyor, tuhaftır kimse görmüyor. Kimse, beş yaşındaki küçük kızın sesini işitmiyor. Tüm duyular ve duygular körelmiş sanki! Öyle ya mahalleye, sokağa, kısaca ortak dünyamıza olan ilgimizi uzun zaman önce yitirdik. Kimileri ağır hayat koşulları altında içine kapanırken kimileri de öte dünyaya bakarak bu dünyaya ilgisini kaybetti. Bu görevi yetkililer/temsilcilere bıraktık. Sosyal medyadaki yoğun bilgi kirliliği altında faturayı hızlıca Suriyeli göçmenlere kesip istismara tepkiyi, ırkçılığa ve göçmen düşmanlığına kurban ediverdik. Son 10 yılda çocuk istismarı yüzde 700 artmış ve Adliye’de görülen her 4 tecavüz davasından biri çocuklara ilişkin! Peki, yetkililer görevlerini yapıyorlar mı? Yargı, tacizcilere, tecavüzcülere ve şiddet uygulayan erkeklere karşı etkili ve adil bir soruşturma yürütmüyor, failler adeta cezasızlıkla korunuyor, gizleniyor ve yargı karşısına dahi çıkarılmıyor.
YÖK toplumsal cinsiyet eşitliği projesini yürürlükten kaldırıyor, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde Ekrem İmamoğlu’nun önerdiği Cinsiyet Eşitliği Komisyonu AKP’li üyeler tarafından önce cinsiyetçi bir refleks ile reddediliyor, okullarda toplumsal cinsiyet eşitliği dersi okutulmuyor. Çocuk istismarları, saldırganın ‘saygın’ çevresi ve çocuğun zarar göreceği endişesi ile doktorlar, öğretmenler, okul müdürleri, hatta aileler eliyle kapatılabiliyor. Kız çocukları istismarcısıyla evlenmek zorunda kalıyor.
Yaygın erkek egemen kültürden dolayı, Türkiye’de kız çocuklarının ve kadınların zayıf bir cinsel obje olarak görülme ve saldırıya maruz kalma olasılıkları giderek yükseliyor. Nihayetinde her sorun bir ötekine bağlanıyor. Fiziksel, duygusal, cinsel, ekonomik ve politik şiddet iç içe geçiyor ve Türkiye’nin her yerinde hissediliyor. Çözümü üretmek durumundayız. Çıkışı, siyasal İslam’cıların önerdiği, kız çocuklarını ve kadınları eve kapatmak ve kamusal mekânları cinsiyete göre ayırmak kolaycılığında bulamayız. Çözüm, ortak dünyamıza ilgiyi yeniden canlandırmakta! Kamusal alanları etkin, eşitlikçi ve özgür yurttaşlar ve birbirine sorumluluk duyan mahallelilerle daha güvenilir hale getirmek gerekir kanımca.
Osman S.’nin yüzü ve yumruğu
Osman S.’in saldırı anında çekilmiş fotoğrafına bakıyor ve yüzünü inceliyorum. Yumruğu attığı anda gözlerini kapatmış, dişler sıkılmış sanki. İfadesi bir ‘gaz sıkışması’ değil, kontrollü bir kızgınlık. Yüzündeki çizgiler bir hayli derin. Çehresi yoksulluğun ve ezilmişliğin izleriyle dolu. Muhtemelen zor bir hayat yaşamış. Olay yerinde biraz ötede yatmakta olan genç bedene dair bir acı arıyorum yüzünde, yas yok ya da saklanmış, bir riyakârlık hissediyorum. Samsun’da Ahmet Türk’e yumruk atan adamın ne yaptığını bilen ve cezasızlığı öngören ifadesi sarmış yüzünü. Yas deyince başka bir fotoğraf karesi geliyor aklıma, asker kardeşinin cenazesinde iktidara isyan eden yarbayın, Mehmet Altan’ın isyanı’. O fotoğrafta acı tutuşmuş, alev alev yanıyor, tüm acı kendine yönelmiş, tüm sorgulama olanca açıklığıyla cenaze kamusallığında yapılıyor. Soruyor yarbay: şu ana dek ‘çözüm’ diyenler ne oldu da ‘sonuna kadar savaş’ diyorlar?” Öte yandan yıllarca acıyla ve sabırla faili meçhul çocuklarının cansız bedenlerinden geride kalanları arayan Cumartesi Anneleri’nin acısını ve yasını unutmak mümkün mü?
“Allah’ım çok verip azdırma, az verip ezdirme” sözü köyümde sıklıkla kullanılır. Osman S. az verilip ezilenlerden biri, ancak bilincinde ya da değil, ezenlere hizmet ediyor. Bunu olay anında hiçbir önlemin olmaması, saldırganların dağıtılmaması, sol ve demokrat insanların protestolarında oldukça cömertçe kullanılan biber gazından tasarruf edilmesi, Osman S.’nin hızlıca tahliye edilmesi, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanının konuşmasından ve nihayet bir türlü gelmeyen “geçmiş olsun” sözünden anlamıyorum. S.’nin kendi sözlerinden bu yargıya varıyorum. Yumruktan, yani ünlü olduktan sonra yayınlanan bir videoda izliyorum şahsı. “Türkiye’nin kahramanı oldun!” diyorlar, sırtını sıvazlıyorlar, başka bir videoda ellerini öpüyorlar. Bu iltifatlar nedeniyle saldırganın yüzüne hafif bir tebessüm yayılıyor. Konuşmaya zorluyorlar. “Türkiye’ye selam olsun, devlet büyüklerine selam olsun, hepsinin ellerinden öperim” diyor. İçim acıyor, cümlelerinde yaşamını kaybeden asker Yener Kırıkçı’ya dair bir tek söz yok, toprağa konulan genç bedenin acısı unutulmuş. “Neden bu ölümler, ne yapmalı da bu ölümler durmalı?” demiyor, Osman S. sadece ‘devlet büyükleri’ ile konuşuyor.
Osman S. ‘Türkiye’nin kahramanı’ oldu mu? Bana kalırsa hayır. Halkın kahramanları, iktidara, muktedire, egemene ve genel olarak zalime karşı eylemleriyle ortaya çıkarlar. Bu kahramanlar, her zaman daha zayıf olanların, daha az temsil edilen, unutulan veya umursanmayanların yanındadır. Pir Sultan Abdal Hızır Paşa’nın; Köroğlu, Bolu Beyinin; Yaşar Kemal’in İnce Memed’i ağaların karşısında durarak halkın kahramanı oldular.
Gündelik hayatın güzel insanları da var kuşkusuz. Dondurucu bir gecede titreyen bir köpeğin üzerini kabanıyla örten, evlerinde soğuktan titrediğini bildiği insanların kapısının önüne bir kucak odunu kendini göstermeden bırakıp giden, sokak ortasında karısına şiddet uygulayan kocaya ‘dur’ diyen, ırkçıların saldırıları karşısında mağdurları koruyan, çocuk istismarcılarını her koşulda teşhir eden, hakları gasp edilen köylünün ve işçinin yanında duran insanlardan söz ediyorum. Bu insanlar kendilerini ‘kahraman’ olarak görmezler, çünkü insan sorumluluktur, insanlık görevinin bunu gerektirdiğini ifade ederler. Bunu söylemekte haklıdırlar, demokrasilerde, özgür konuşma ve tartışmanın olduğu yer ve zamanlarda kahramanlara hiç ihtiyaç duyulmaz. Kelimelerin hakkını vermek gerekir. Bu yüzden barış çağrısını ağır ceza mahkemeleriyle, linç eylemini ise kahramanlıkla karşılayan bir anlayışın gizlediği çıkarlar iyi anlaşılmalıdır.
Fotoğrafa biraz daha yaklaşarak apansız yumruk atabilecek birini tanımaya çalışıyorum. Gerçekte Anadolu’nun herhangi bir yerinde karşılaşabileceğimiz, hayatın ve güneşin sertleştirdiği yüzlerden biri. Ne var ki Anadolu insanı, muhalefetin de kamusal alanın bir parçası olduğunu bilir, cenazeye saygı duyar, sevmese de gelen her konuğu sineye çeker. Akkuzulu köyünde bunu başarabilmiş kişi, videolardan izlediğim kadarıyla köyün muhtarı Halil Kökmen. Muhtar, korunduğu evde Kılıçdaroğlu’na “Köyüm adına, halkım adına sizden özür diliyorum” diyor. Konuşmasından saldırganların geriletilmesi için çaba harcadığı belli. Olay esnasında ve sonrasında devlet yetkililerinin hiçbirinin sözü, köy muhtarının insani düzeyine, akıl ve duygu derinliğine ulaşamadı kanımca. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un Akkuzulu Köyü muhtarından öğrenecek çok şeyi var. Olay esnasında orada olan Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, milyonlarca öğrenci, veli ve yüz binlerce öğretmeni dikkate alarak bir şey söylemedi, şiddeti onaylamadığını ve cenazede yapılanın yanlış olduğunu açıklamadı.
Akkuzulu köyü sakinlerinin sorumluluğu!
Osman S., toplumun bir kesiminin sözde kahramanı oldu, öteki kesiminin ise tepkisini aldı. Bu durumu öngörebilir miydi? Kaç yazarın fotoğrafını inceleyerek hakkında yazılar yazacağını, kaç sanatçının karikatürünü çizeceğini tahmin edebilir miydi? Sosyal medyada adının yüz binlerce kez geçeceğini bilebilir miydi? Akkuzulu köyünün bu üyesi, kimin bakışları altında, kimin cümlelerini ve paragraflarını tekrarlayarak bu yumruğu atacak hale geldi? Kemal Kılıçdaroğlu ve beraberindeki heyetle konuşmayı denemeyi, bu olmadığında sözlü protestoyu değil, Anadolu coğrafyasına ekilen ve şiddeti önceleyen kaba siyasal kültürü neden seçti?
Çubuk ağırlıklı milliyetçi-muhafazakâr sağ seçmenden oluşuyor. Ama bu ifade Çubuk’un donmuş bir seçmen kitlesine sahip olduğu anlamına gelmiyor. Çubuk’ta seçmen davranışlarının siyasal koşullardan etkilenerek çeşitlenebildiği görülüyor. Çubuk halkı çözüm süreci devam ederken de AKP’yi desteklemeye devam etmiş, bir anlamda barışa rıza göstermiş. 2014 yerel seçimlerinde AKP’nin oy oranı yüzde 56.7, bu seçimlerde MHP yüzde 19.1, BBP yüzde 17.4, CHP yüzde 4.8 oy oranına ulaşmış. Çubuk’ta 7 Haziran 2015 seçimlerinde, seçmenlerin yüzde 66.5 AKP’ye, yüzde 13.4’ü MHP’ye, yüzde 11.8’i CHP’ye ve yüzde 1.76’sı HDP’ye oy vermiş. Görece demokratik koşullarda seçmen yelpazesindeki renkler artmış görünüyor. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde, AKP, MHP ile birlikte seçmenlerin yüzde 65.5’inin oyunu almış. CHP ile birlikte İyi Parti, yüzde 17.4’lük bir seçmeni partisine çekebilmiş. Saadet Partisi oyların yüzde 7’sini, BBP ise yüzde 5’ini almış. Millet ittifakının oy oranı dörtte bir düzeyinde. Akkuzulu Mahallesi’ndeki oy oranlarını bilmiyorum, ama Çubuk üzerinden konuşursak seçmenler çözüm sürecine karşı çıkmamış, ne var ki çözüm sürecinin bitirilmesinden sonra yapılan seçimlerde de AKP’yi desteklemeye devam etmiştir.
Bu haftanın sözcüklerini siyasetin politik özneleri ve sosyal medya takipçileri yeterince konuştu, şimdi sıra Çubuk halkı ve Akkuzulu köylülerinde. Akkuzulu Köyü, ana muhalefet liderine, Kılıçdaroğlu temsiliyetinde milyonlarca yurttaşın sembolik bedenine yumruk atan ve linç girişiminde bulunan bir suç mahalli olarak mı anılacak, yoksa provokasyonu açığa çıkaran, Yener Kırıkçı’yı mezara koyarken bundan sonra hiçbir gencin ölmemesi için toplumsal barışa katkıda bulunan adil, hukuktan yana demokrat bir köy olarak mı toplumsal hafızaya yerleşecek? Orada bir köy var, uzakta değil çok yakında, diliyorum ki bu köy ölümden değil, birlikte yaşamdan yana tavır alır.
Açlık grevleri ve anaların yası
Köyler diğer köylere, mahalleler diğer mahallelere bağlanır. Acı da, cesaret de, umut da dolaşır ve bulaşır. Herkes için adaletin inşa edilemediği bir coğrafyada kimse rahat edemez. Komşunun açlığı, komşunun gözyaşı, komşunun çilesi, komşunun gürültüsü döner, dolaşır, bulur bizi.
Açlık grevi sözcüğü ile başka bir mahalleye giriyoruz, cezaevindeki bedenlerin dışarıdakilerle buluştuğu zaman ve mekân uğrakları buralar. Çubuk’un bir mahallesinde bir anne başını ellerinin arasına almış, çocuğunun yokluğunun kahredici acısından dolayı ağlıyorsa, başka bir mahallede de açlık grevindeki çocuğundan ‘yaşıyor’ haberini bekliyor beyaz tülbentli anneler. Acı kendini gösterip dayattığında ne içerisi kalıyor ne de dışarısı. Yas dalga dalga daha geniş bir toplumsal bedene doğru yayılıyor.
Gündelik hayatta çeşitli iktidarlarla ilişkisi içindeyiz, güç ilişkileri bunlar. İktidarın dayatması karşısında tepki verme biçimimiz bir hayli geniş bir alana yayılıyor. Evde, iktidara gülümsemeyerek, mesafe koyarak, yemek yemeyi reddederek, sofraya gelmeyerek, susarak, odadan çıkmayarak, hatta evden kaçarak bir direncin içine gireriz. Bu tepkiler nedeniyle iktidar için ev yaşamı katlanılmaz hale gelebilir. İşyerinde bu direnç, dostluk ve güven ilişkilerinin bozulması, enerjisini/emeğini işe vermeme, işi yavaşlatma, işi askıya alma, çalışmayı reddetme ya da grev biçimini alabilir. Cezaevinde olanlar ne yaparlar? Hukuk uygulanmıyor, sesleri duyulmuyor ve kamuoyunun karşısında görünmüyorlarsa, açlık grevleriyle cezaevindeki yaşamın ‘normal’ akışından vazgeçiyorlar. Bu direnç toplu hale geldiğinde politikleşiyor. Dışarıdakilerin açlık grevlerini onaylayıp onaylamamasının da bir önemi kalmıyor. Birlikte hareket edildiğinde politik niteliklerinden dolayı, büyük toplumsal bedenlere bağlanabiliyorlar. Yavaş ve düşünerek yapılan açlık grevleri, karşıtına/iktidara başka biçimde davranma seçeneği vererek ilerliyor. Türkiye bugünlerde bunu yaşıyor.
Cezaevlerinde açlık grevlerine başlamış siyasetçilerin anneleri, çocuklarının seslerini duyurmak için eylemler yapıyorlar. Videosunu izlediğimiz polisin annelere, insanlık onurunu incitecek biçimde kötü davranışı ciddi tepkiler gördü. Açlık grevlerinde ölenlerin sayısının artacağına ilişkin kaygılar artıyor, anneler, babalar, kardeşler, arkadaşlar, duyarlı toplumsal kesimler endişe ile iktidarın adım atmasını bekliyorlar. Çünkü iktidarın başka türlü davranma seçeneği var. Aslında buna seçenek de denilemez. İktidar görevini yapmak durumunda. Yani atması gereken tek adım, tecridin kaldırılması için mevcut yasaları uygulamak.
Varlığı, bilgiyi, değeri ve hayatı doğru tanımak
Toplumsal olayları sorgulamak bize varlığı, bilgiyi, değeri ve hayatı doğru olarak tanıma imkânı sunar. Her sorgulama kelimelere dökülür ve kelimeler birbiri ile ilişkilidir, birbirine bağımlıdır. Çubuk’ta, Türkiye’de ve her yerde insan ve doğaya sorumlu ve duyarlı başka bir yaşam inşa etmek mümkündür. “Yumrukla!”, “taşla!”, “evi yak!”, “açlık grevindekilerden bana ne!” demek ve kayıtsız davranmak hayatımızı çölleştirir; hırs, kin ve intikam duyguları, yaşamı birazcık olumlayan kültür ve dayanışma adacıklarını da yok eder. Bu kelimelerin yerine herkes için insanca yaşamı, özgürleştiren bilimi, demokratik siyaseti, her biçim ve yorumuyla sanatı, sevgiyi ve aşkı konuşmak gerekmez mi?
“Hayatı kurtaran kelimelere umutsuzca tutunmak gerekmez mi?”(Kitap Hırsızı)