Dereleri tarlaları, ağaçları koruyanlara, başında nöbet bekleyenlere, sermayeye teslim etmeyenlere saygılarımla….
2008 yılında biraraya gelen ve yıllarca derelerin kenarında şirketlere, şirketlerle birlikte suya, su havzalarına saldıran devlete karşı ekoloji mücadelesini büyüten suyun ticarileştirilmesine hayır platformu’nun sloganı ve mücadele şiarıdır; su yaşamdır satılamaz…
Geçenlerde alışveriş yaptığım bir kadın bakkal; suyun her geçen gün pahalılaştığını, bakkala farklı şirketlerden gelen, farklı fiyatlarda ve miktarlarda olan suları satarken utandığını söylüyordu.
-Çocukluğumda çeşmelerden içerdik suları, şimdi ne durumdayız- diye yakındı.
Uzun uzun anlatmak istedim, sustum…
-Yaşadıklarımızdan hepimiz sorumluyuz-diyebildim.
Birilerimiz dayanışma içinde mücadele ederken diğerleri sustu çünkü. – Ben suyu satın almak istemiyorum, suları satamazsınız- diye karşı durmak yerine çeşmeden akan suyun kirli olduğu iddialarını destekleyerek, şişelenmiş suları satın aldı. Suyun yaşam olduğunu savunmadı, satılmaması için mücadele etmedi.
Karaburun’da başka bir kadın esnaf; meydandaki belediyenin çeşmesine kör tapa vurduğunu, suyu alamadıklarını söylüyordu, Karaburun bilim kongresine gelenlere. -Ne yapabiliriz- diye soruyordu
Karaburundaki esnaf kadına; Yeşilırmak vadisinde mücadele eden suyu derelerini koruyan yöre halkının, şirket tarafından inşa edilmiş bir HES i, mahkeme yoluyla, suyu dereye bırakmaya mahkum ettirdiklerini, Munzur vadisinde, Karadenizde, Yuvarlakçayda derelerin başında kadınların nöbet tutup şirketi vadilerine sokmadıklarını anlattım dilim döndüğünce.
Süreç kapitalistleri kurtarma operasyonuydu aslında.
2000’li yılların krizini kapitalistler, doğayı metalaştırarak, metaları; suyu, enerjiyi, endüstriyel tarım, hayvancılık ürünlerini, maden işletmeleri ile sermaye birikimlerine sokarak aşmaktalar. Metalaştırma sürecinde doğanın varlığı için gereken, tüm canlılara yaşam sağlayan su; havzası ile birlikte şirketlerin kullanımına ve sermaye birikimine “bütünleşik” olarak sokuldu. Dereler HES (hidroelektrik santral) yapılarak elektrik üretim lisansları ve su kullanım hakkı sözleşmeleri ile ülkenin her yerinde, 49 yıldan başlayarak binlerce şirkete devredildi.
Kapitalizmin krizlerine çözüm amacıyla 1970’li yıllardan başlayan arayışlar 1992’de Rio De Janerio da BM (Birleşmiş Milletler) Çevre ve Kalkınma Konferansında alınan “Sürdürülebilir Kalkınma” Stratejisi ile doğanın kapitalizmin kıskacına sokulması çabası, uluslarası anlaşmalarla ulus devletler tarafından kabul edilerek “yasa”llaşırken doğanın korunumu stratejik olarak tamamen ortadan kaldırıldı.
“Sürdürülebilirlik” ile kalkınma; sınır tanımazken, sermaye birikiminin gereklerinin doğa ve toplum koruma stratejileri ile dengede ve eşdeğer kılınabileceği savı gerçekte emeğin ve doğanın sermaye birikiminde sınırsız kullanılmasını içermekteydi ve sonraki yıllarda bu gerçeklikte de yaşama geçti.
Derelerin sulak alanların sanayiler tarafından atık alanı haline geçirilmesi ile başlayan sürdürülebilir kalkınma süreci 2000’li yıllardan itibaren suyun doğrudan paketlendiği, şirketler tarafından satıldığı, vadiler arası taşındığı, barajlanarak, borulanarak doğadan koparıldığı şirketler arası paylaşıldığı suyun ve su havzalarının ticarileştirildiği sürece evrildi.
Bugün, şirketler ve devlet suların bir kısmına el koyabildi. Şirketlerin halkın direncini kırarak girebildiği alanlarda suyu içinde barındıran su havzaları da şirketlere hızla devredilmekte.
Ancak her yerde yaşayan yöre insanları saldırının boyutlarını ve nedenini daha iyi kavramakta. Yaşam alanlarına daha fazla sahip çıkmakta. Deresinin, tarlasının, ağacının yanıbaşında nöbet tutmakta.
Görünen o ki mücadele sular özgürleşene kadar sürecek.