Zafer Yörük
ABD ‘müesses nizamının’ Joe Biden yönetimi altında geri dönüşü, bir ‘yeni dünya dizaynı’ projesinin hayata geçirilmesine de işaret ediyor. Batı – siyasal İslam kutuplaşması yönündeki denemelerin, bütün kanlı sonuçlarıyla birlikte rafa kaldırılmış olduğu anlaşılıyor. Bu bağlamda, Afganistan’ı Taliban’a bırakarak çekilmenin 11 Eylül 2001 saldırıları ile dünya sathında görünür hale gelen bir devrin kapanışını sembolize ettiği söylenebilir. Hemen ardından Ukrayna-Rusya geriliminin tırmanmasını, yeni bir kutuplaşmanın başlangıcı olarak okumak gerekiyor. En azından ABD’nin iradesinin ‘soğuk savaş’ benzeri bir algı çerçevesinde böyle bir kutuplaşmayı oluşturmak yönünde olduğu görülüyor.
Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren yükselişi görünür hale gelen Çin ekonomisi, Amerikan ekonomisinin küresel egemenliği ile rekabet içinde ilerleyişini sürdürüyor. Amerikan yönetiminin sözcüleri ve stratejik danışmanlık kuruluşları, uzun süredir Çin’i nüfuzu Asya sınırlarını aşan bir küresel güç, dolayısıyla da geçmişteki Sovyetler Birliği’ni ikame eden bir ‘süper güç’ olarak tanımlıyor. Aynı kaynaklar, Putin yönetimi altında Sovyetler dönemdeki gücünü ve egemenlik alanını yeniden kazanma yolunda sürekli hamleler yapan Rusya’yı Çin kampı dahilinde ya da Çin’in müttefiki olarak kurguluyorlar.
Biden bu yeni dönemi, soğuk savaş yıllarındaki ‘hür dünya – demir perde ülkeleri’ kamplaşmasına oldukça benzeyen ‘demokrasiler’ ile ‘otoriter rejimler’ arası bir kutuplaşma olarak formüle ediyor. Yeni dizayn içinde ‘otokrasi’ hanesine kimlerin yazıldığı, geçen Aralık ayında yapılan ‘Demokrasi Zirvesi’ne davet edilmeyen ülkeler listesinde görülebilir. Putin Rusya’sı, Kuzey Kore, İran ve Çin gibi ülkeler yanında Erdoğan Türkiye’si de davetsizler listesinde yer aldı. Davet edilmeme gerekçeleri, geçtiğimiz günlerde yayınlanan Amerikan Dış İşleri Bakanlığı’nın yıllık İnsan Hakları Uygulamaları raporu içinde açıkça görülüyor.
Oysa ‘düşmüş oligark’ Ethem Sancak kısa süre önce ‘biz Amerika’nın desteğiyle iktidara geldik’ ifşaatında bulundu. Erdoğan’ın 2000’li yılların başında daha AKP’yi kurmadan yaptığı ABD ziyareti ve Amerikan yönetiminin temsilcileriyle İstanbul’da yaptığı görüşmeler zaten biliniyor. Bu verilerden hareketle, Erdoğan’a verilmiş olan görevin, Ergenekon ve Balyoz davaları yoluyla genelkurmay içindeki, ABD Ankara büyükelçisinin 2003 tarihli yazışmasındaki ifadeyle (Wikileaks belgeleri) ulusalcı ve Avrasyacı kadroların tasfiyesi olduğu fikri genel kabul görüyor.
Ethem bey gibi birçok emekli paşanın ve bütün Kemalist çevrelerin ortak söyleminde bir büyük komplo edasıyla sıkça telaffuz edilen bu fikir, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye tarihinde ABD’nin belirleyici nüfuzunu bilenler tarafından tebessümle karşılanacaktır. Tebessümün nedeni, bu önemli ayrıntının söz konusu Kemalist çevreler tarafından da iyi bilinmekte olmasına rağmen sanki Türkiye’yi ABD’ye İsmet İnönü değil de ondan altmış yıl sonra Tayyip Erdoğan teslim etmiş gibi bir algı körlüğü içinde davranmalarındaki ısrardır. Bu komplo teorileri içinde itiraz edilenin, ABD’nin Türkiye siyasetini dizayn etmesinin kendisi değil de AKP’ye yüklenen misyonun niteliği olduğu anlaşılıyor. Ama belli ki bu misyon, ordu içinde bir tasfiye fırtınasından ibaret değil; eğitimden dışişlerine, yargıdan tapu-kadastroya kadar bütün devlet kurumlarının ve fonksiyonlarının bir ‘de-sekülarizasyon’/‘re-İslamizasyon’ dayatması içinde uzun bir yapısöküm süreci yaşamakta olduğunu görüyoruz. O halde Ethem Sancak’ın beyanından Amerikan ‘müesses nizamı’, Erdoğan’ı böyle bütünlüklü bir projenin öznesi olarak tayin etmiş ya da kabullenmiş sonucunu çıkarmak yanlış olmaz.
Samuel Huntington’ın ‘Medeniyetler Çatışması’ tezi içinde, Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında ‘yırtılmış’ olarak resmedilen Türkiye profili, ABD’nin küresel stratejisini belirleyen çevrelerce dikkate alınmış görülüyor. 1920’li ve 30’lu yılların Türkiye toplumu, yukarıdan aşağıya zorlamalarla batılılaştırılmıştı. Huntington ‘yırtılma’ kavramını, bu zorlamanın ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan mütedeyyin ve geleneksel topluluklar içinde tetiklediği direnç ve hınca referansla ortaya atmıştı. Bu yırtığın ‘ılımlı İslam’ dikişiyle tamirinin hedeflendiği, ‘Milli Görüş’ gömleğini çıkaran AKP kurucularının, bu misyonu yerine getirecek başlıca fail olarak seçilmiş olduğu görülüyor. Dahası, Erdoğan’ın neo-liberal dünya ekonomik sistemi ile uyumlu ılımlı İslamı, İslamcı siyasetin küresel ölçekte aşırı uçlarının budanmasına hizmet eden bir ‘kazan kazan’ projesini de bütün İslam dünyasına öneren bir model olacaktı. Türkiye model ülke olmalıydı ve bunun gerçekleşmesi, yine Huntington’ın açıkça önerdiği biçimde laik/Kemalist/Batıcı devlet doktrininin İslami kimlikle barışık bir egemen doktrinle yer değiştirmesini zorunlu kılıyordu. İki medeniyet arasındaki ‘yırtılma’, Türkiye coğrafyası üzerinde ılımlı İslam yamasıyla onarılacak, ardından bu ‘sentez’ bütün İslam dünyasına ihraç edilecekti.
Toplum mühendisliği, laboratuar koşullarında denenmesi mümkün olmayan hipotezlere dayanmak durumunda olduğundan uygulamaya geçildiğinde çoğunlukla beklenmeyen komplikasyonlara neden olur, hatta hedeflenenin tam tersi sonuçlara yol açabilir. Ilımlı İslam projesinin kaderi de öyle görünüyor. ABD açısından AKP’nin son kullanma tarihi, Suriye iç savaşında tablonun tersine dönüşü yanında Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının bir darbeyle alt edilmesini takiben dolmuştu. Öte yandan devlet kurumlarını aşarak adeta bir tersinden-Kemalizm edasıyla toplumun bütününe dayatılan İslamlaşma, seküler orta sınıflar arasında geçmişte mütedeyyin ve muhafazakâr çoğunluğun tepkisinin muadili bir direnç ve hınçla karşılaştığı ölçüde sertleşme ve yüz yıl önceki zorlayıcı tedbirlere başvurma eğilimi gösteriyor. Gezi ayaklanması ve ardından gelen 7 Haziran 2015 seçim sonuçları, aslında bir devrin kapandığının tesciliydi. Amerikan müesses nizamı, Erdoğan’ın bundan sonraki icraatları üzerinde kontrolü adım adım kaybetmiş görünüyor. Giderek otoriterleşen bir tek parti rejimi altında Türkiye’nin Rusya yörüngesine doğru kayarak Ortadoğu ve Doğu Akdeniz coğrafyasında ‘oyun bozucu’ ya da saldırgan bir ülke haline gelişi de bu tarihler sonrasında gerçekleşti.
Bu bağlamda, eşzamanlı olarak ortaya çıkan ‘stratejik mekanizma’ mutabakatı ile ABD Dışişleri İnsan Hakları Uygulamaları raporunu ve Türkiye’ye savaş uçağı satışına karşı ABD Kongresi ve kamuoyu içinde yükselen kampanyayı birlikte okumak gerekiyor. Birbirinin tersi mesajlarla karşı karşıya kalan Türkiye siyasal elitleri, ‘Sam Amca ne istiyor?’ sorusu ile karşı karşıya. Burada, ancak ihtimaller üzerinden ilerleyerek yanıt üretilmesi mümkün en az üç bilinmeyenli bir denklemle karşı karşıya olunduğu görülüyor.
(Devam edecek)