Öteki olmadan ben var olamam; Öteki olmadan kendim olamam; kendimi Öteki’de bulmalıyım, benim içimde de Öteki’yi.
(Michael Bakhtin)
Amerikan yönetimi sonunda Türkiye’yi gördü. Geçtiğimiz hafta içinde biri Dışişleri diğeri de Ticaret bakanlıklarından iki ABD’li bürokrat, birbiri ardına Türkiye’yi ziyaret etti. Bu esnada ABD Ankara Büyükelçiliği sözcüsü de bir açıklama yaparak ‘Rus oligarkların kirli parası için havuz olmayın’ ayarını verdi. Dışişleri ziyaretinin ardından, iki ülke arasında daha önce Roma’da Biden ile Erdoğan arasında ‘ortak mekanizma’ adı altında kurulması kararlaştırılan eşgüdüm yapısının bu kez ‘stratejik mekanizma’ adı altında kurulduğu ilan edildi. Ayrıca, ABD Dışişleri Bakanlığı Kongre’ye bir mektup yazarak Türkiye’ye F 16 savaş uçakları satışının onaylanması yönünde tavsiyede bulundu.
Joe Biden’ın yönetime geldiğinden beri Ankara’yı muhatap almaktan kaçınan tutumundaki bu değişim, Rusya-Ukrayna savaşının bir getirisi olarak algılandı. Batı kampının güneydoğu kanadındaki müttefikini konsolide etmek bir zorunluluk halini almıştı. Stratejik mekanizmanın içeriği, 1950’li yıllardan bu yana yaşanmakta olan işbirliğinden farkları zaman içinde ortaya çıkacak ama bu gelişmenin yalnızca ABD-Türkiye ilişkileri değil, Amerikan yönetiminin özellikle Ukrayna savaşı arifesinden bu yana siyasal, askeri ve ekonomik alanlarda giriştiği kapsamlı bir diplomatik hamle çerçevesinde değerlendirilmesi anlamlı olur. Birinci ziyaretçi ABD Dışişleri Siyasi İşler Müsteşarı Victoria Nuland’ın kimliği ve hayat hikayesi bu bağlamda önemli ipuçları verebilir.
Victoria Nuland, Demokrat değil Cumhuriyetçi bir memur ve daha önce Irak işgali sürecinde George W. Bush yönetimi altında başkan yardımcısı Dick Cheney’nin danışmanlığını yapmış. Eşi Robert Kagan, neo-konservatif ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin kurucusu ve 1997’den bu yana Afganistan, Suriye, İran ve Irak’ta askeri müdahale yoluyla rejim değişimi gerekliliğini savunmasıyla ünlü. Kagan ve ekibi, soğuk savaş sonrası 1990’lı yıllarda yaşanan tek kutuplu küresel dönemin geçici olduğu saptamasından hareketle, ABD hegemonyasının kalıcılığı için savunma yatırım ve harcamalarında sürekli artış gerekliliğini savunuyorlar. Özetle, geçtiğimiz hafta Ankara’ya gelen ziyaretçi, herhangi bir bürokrat değil, yerli ve milli terimlerle ifade etmek gerekirse bir ‘nizam-ı alem’ projesi mimarının eşiydi. Bunun Erdoğan rejimi ve Türkiye için taşıdığı anlamı araştırmadan önce, günümüzdeki ABD yönetiminin niteliğini anlamak açısından önemli bir gösterge olduğunu belirtmek gerekiyor.
Amerikan siyaseti, özellikle Barack Obama’nın ikinci döneminden itibaren çalkantılı bir sürece girdi. Bu, özellikle Ortadoğu’da yaşanan siyasal çalkantılarla paralellik gösteriyordu. ‘Arap baharı’ ve sonrası ABD açısından yönetilmesinde zorluklar yaşanan bir kriz oldu. Başlangıçta öngörüldüğü anlaşılan kısa ve sancısız dönüşümler yerine Yemen, Libya ve Suriye’de uzun soluklu iç savaşların patlaması sonucunu doğurdu. Obama yönetiminin son yıllarında Pentagon ve CIA arasında anlaşmazlık ve uyumsuzluklardan bile söz edilir olmuştu. Ardından gelen Donald Trump döneminin ise ABD dış siyaseti açısından bir yapı-söküm olduğu anlaşılıyor. Joe Biden, bu kaosun üzerine yalnızca bir Cumhuriyetçi yönetim vaadiyle değil, ABD ‘müesses nizamı’nın yeniden tesisi vaadiyle geldi. Dış siyaset açısından, birbiriyle bağlantılı iki yönelimin altını çiziyordu: Çin’in ekonomik yükselişiyle paralel ilerleyen küresel ticaret savaşının olası siyasal ve askeri boyutları karşısında önlemler almak ve dünyayı ‘demokrasiler’ ve ‘otoriter rejimler’ olarak iki kutba ayırarak demokratik ülkelerle birlikte yeni bir blok oluşturmak.
Geçtiğimiz yüzyılda ABD’nin ‘nizam-ı alem’ anlayışı, soğuk savaşı kazanmak üzerine kuruluydu. Bu hedef gerçekleştiği andan itibaren Amerikan kimliğinin varoluşsal bir krizle sarsıldığı söylenebilir. Kendini ‘demir perde’ karşısında ‘hür dünya’yı savunma misyonu üzerinden tanımlayan bir kimlik, ‘Öteki’si ortadan kalktığında amaçsız ve gereksiz hale gelmeye mahkûmdu. 1990’larda ortaya atılan tek kutuplu ‘yeni dünya düzeni’ tezlerinin yetersiz kaldığı yerde, Samuel Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezi imdada yetişecekti. Özellikle 11 Eylül 2002 saldırısından itibaren İslamcı terörizme karşı mücadele, ABD’nin küresel ölçekte askeri ve siyasal faaliyetlerinin başlıca gerekçesi oldu. Bu gerekçenin, Afganistan ve Irak işgalleri ve bunları takip eden ‘Arap baharı’ ile ortadan kalkmak şöyle dursun daha da güçlendiği görülüyor. Bu gezegende Taliban, El Kaide ve IŞİD adlarını duymayan kimse kalmadı. Ama siyasal İslam’la ya da İslamcı terörle mücadele, hem düşük yoğunluklu ve zamana yayılmış hem de riskliydi. Bir Haçlılar-Müslümanlar algısı üzerinden çoğu barışçı ve apolitik bir buçuk milyar Müslüman’ı durduk yere ABD ve Batı karşıtı bir konuma itme potansiyeli taşıyordu. Üstelik Batı’da yaşamakta olan milyonlarca Müslüman da ‘iç düşman’ konumuna geçebilirdi. Sonuçta, Obama yönetimi barışçı yaklaşımla tansiyonu düşürmeye çalıştı, Trump yönetimi bütün dış siyaset mimarisini çökertti ve Joe Biden başkan seçildi.
Biden, ABD ‘müesses nizamı’nın iktidarını ülkesine geri getirirken dünyayı da yeniden biçimlendirmeyi aklına koymuş görünüyor. Afganistan’ı Taliban’a bırakarak çekilmek, bir dönemin kapandığının en somut göstergesi oldu ve hemen yeni bir sayfa açıldı. Ukrayna işgali arifesinde Amerikan yönetiminin Rusya karşısındaki kışkırtıcı söylemi dikkat çekicidir. Ve işgalin ilk gününden itibaren yürürlüğe konan yaptırımların ve ambargoların, geçmişte benzerine rastlanmayan bir boyuta ulaşmış bulunduğuna hep birlikte tanık oluyoruz. ABD’nin Arap yarımadasından Venezuela’ya kadar yeni ticari paydaşlar arayarak Avrupa’ya doğal gaz ve petrol tedariki konusunda önemli girişimlerde bulunuyor olması, meselenin Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ve sonrasında sağlanacak bir ateşkes ve anlaşmayla kapanmayacak önemli bir başlangıç olduğuna işaret ediyor.
Kısacası, ABD ‘Öteki’sini ya da yeni yüzyıldaki düşmanını ve misyonunu yaratıyor. İçinde yaşadığımız dönem, uzun vadeli, stratejik bir dönüşüm süreci olarak okunduğunda Türkiye’ye yapılan ziyaretlerin ve bunların meyvesi olarak ‘stratejik mekanizma’nın göründüğünden ve tahmin edilenden çok daha önemli bir gelişme olduğu görülecektir. Bir benzetme yapmak gerekirse, Türkiye şu anda 1945 yılında başlayıp çok partili sisteme geçme ve NATO’ya katılmasıyla sonuçlanan sürecin bir tekrarını yaşamakta.
(Devam edecek)