Bir sohbet sırasında yazar bir arkadaşın “Bıktım artık, yazmaktan bıktım. Ne yani bunca yıldır yazdık da ne oldu?” serzenişiyle başlayan sohbet dönüp dolaşıp ‘Neden yazıyoruz’da şekillendi. Bu yazı da o sohbetten esinlendi ve beslendi.
İnsanın duygularını ya da düşüncelerini başkalarıyla paylaşması karşılıklı dertlerle dertlenmek sevinçlerle şenlenmektir bir bakıma.
Yazmak; kişisel bir eylem olarak ele alındığında çok farklı gerekçelere dayanır. Kimi, biriktirdiklerini, artık taşıyamayacaklarını yazıya dökerek rahatlamak, kimi bir zamana ve an’a kayıt düşmek ya da benzeri bir gerekçeyle yazar. Bazılarına göre ise yazmak varoluşsal olarak bir yaşama biçimine dönüşmüştür artık.
Yazmak, yazarın kendi kendisiyle bir iç söyleşi yapmasıdır bir bakıma. Yeniden üreten, yorumlayan, değiştiren ve dönüştüren bir birey olarak yazar, yazmak süreci boyunca kendisiyle, doğayla ve toplumla bir hesaplaşma içindedir aynı zamanda.
Yazmak, bazı yazarlar açısından “kendini tüketmek” anlamına da gelebiliyor. Hatta yazmayı bir intihar olarak gören yazarlar da vardır. Böylesi bir yaklaşım madalyonun öbür yüzündeki “yazmak çoğaltmaktır” görüşünü görmezlikten gelmemizi gerektirmez. Üstelik bu ‘çoğalma’, hem yazma sürecinde, hem de yazdıklarının okuyucuyla buluştuğu andaki bir çoğalımdır.
Yazmanın gerekçesi ne olursa olsun, yazılanın okur ile buluşması gerekecektir. Sartre bu durumu şöyle ifade eder: “Eğer yazar tek başına yaşasaydı istediği kadar yazsın, yapıt hiçbir zaman nesne gibi ortaya çıkmayacak ve yazarın ya kalemi bırakması ya da umutsuzluğa kapılması gerekecekti. Ama yazma işleminin karşısında bir bağlaşık terim, yani bir okuma işlemi vardır.”
Borges’in yaklaşımı da bu konuda farklı değildir: “Adasında yalnız yaşayan Robinson olsaydım yazmazdım. Ben acil bir soruna, bir iç gerekliliğe cevap vermek için yazarım.”
Marguerite Duras ise; “İnsan, içinde bir yabancıyı barındırır. Yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır” diye yanıtlar bu konuyu.
Mısırlı yazar Necip Mahfuz yazmak ve yaşamak arasında ayrım yapamaz.
“Zevk için, karanlık gücü hoşnut etmek için, ya da bir ağırlıktan kurtulma arzusu olarak da görebiliriz bunu. Yazmak ve yaşamak arasında ayrım yapın deseler bir cevap veremem” der.
Umberto Eco, yazma serüvenini “Çocuklarım büyümüştü, artık kime öykü anlatacağımı bilemiyordum” şeklinde ifade eder.
İrlandalı yazar ve filozof Murdoch’un, “Yazıyorum, zira bu işi ve sanatı çok seviyorum” sözü birçok yazar için geçerli olabilir.
Meksikalı Carlos Fuentes bu soruyu, “Çünkü yapmayı becerebildiğim ender şeylerden birisi” diyerek cevaplar.
İ. Asimov bunu olmazsa olmazı biçimde özetlemiş; “Hangi nedenle nefes alıyorsam, o nedenle yazıyorum.” Sait Faik; “Yazmasam çıldıracaktım,” demiyor muydu? Benzer bir yanıt da İlhan Berk’ten gelir: “Delirmemek için yazıyorum.”
Dostoyevski, “Delikanlı” adlı romanın giriş bölümünde; “Bir edebiyatçı otuz yıldır yazar durur da en sonunda niçin yazdığını kendisi de anlayamaz” dese de, yazarın kendince yazma gerekçeleri vardır.
İnci Aral, yazmayı sıradanlığın kolaycılığından, gündelik yaşamın alışılmış biçiminden, yavanlığından kurtularak benzersiz bir eylem olarak görür.
Şükrü Erbaş da benzer bir yaklaşımla yazma eylemini “‘uyuşma sevinci’ adına dünyanın sunduğu tüm olanaklara bir içten teşekkür, verdiği acılara, mutsuzluklara bir karşı çıkış, “bir protesto” diye yanıtlar.
Öyle ya da böyle sonuçta sorun bir şeyi ifade etmek, yazmak ve sorgulamaksa; insanlık tarihinin başlangıcındaki kil tabletler, birkaç yüzyıl önce divit, hokka ve kalem takımları, şimdilerde ise klavye ve bilgisayar ekranı aracı olsun ne fark eder… Söylenecek sözün varsa ve her ne amaçla olursa olsun yazabiliyorsan, her ne şekilde olursa olsun okura ulaşabiliyorsan ne mutlu.
Yazmak gerekir. Söz uçar, yazı kalır.