Mehmet Ali Çelebi/İstanbul
Kuzey Kıbrıs’ta sağcı Ulusal Birlik Partisi liderleri Rauf Denktaş, Derviş Erdoğlu gibi kesimlerin saltanatına son veren partilerden CTP’nin liderlerinden, 2005-2009 dönemi Başbakanı Ferdi Sabit Soyer, röportajın bu bölümünde Mehmet Ali Talat’ın görüşmeciliği Denktaş’tan almasını, Bürgenstock müzakerlerini, kotarılan siyasi süreçleri, 2004 referandumu sırasında yaşanan provokasyonu, CTP hükümetine yönelik oyunu anlattı.
- İlk başbakanlığınız 2004 Kıbrıs’ın iki yakasındaki Annan Planı, AB üyeliği referandumundan sonra oldu. 2005 itibariyle CTP -DP, sonra CTP-ÖRP hükümetleriyle Başbakanlığınız devam etti. O dönemlerde, BM Sekreteri Kofi Annan, sonra Ban Ki Moon oldu. Kıbrıslı Türk ve Rumların kişi ve malların serbest geçişiyle ilgili düzenlemeler için müzakereler oluyordu. Bu müzakere ve görüşme süreçlerinde neler oldu?
Bakın, CTP olarak etkin bir şekilde katıldığımız Aralık 2003 seçimlerinde ilk defa parti seçime, ekonomik, demokratik ve siyasi değişimlerden yoksun bir seçim programıyla girdi, Seçimlerde programımız kısa ve netti: Kopan görüşmeleri, BM GS önerdiği ilkeler temelinde başlatacağız. Bunun için Annan Planı’nı Görüşmelerini Zemini olarak kabul edeceğiz. Referandum Yasası’nı çıkartacağız. Eş Zamanlı Referandum hakkını kabul edeceğiz. Ayrıca başlayacak olan görüşmelerde oluşabilecek boşlukların ve anlaşmazlıkların BM tarafından görüşülerek doldurulması ilkelerini kabul edeceğiz. Birleşik Federal Kıbrıs’ın AB üyesi olmasını savunacağız.
Bunun içinde, “Talat Görüşmeci” sloganıyla yola çıktık. Bu slogana soldan ve sağdan karşı tepkiler geldi. Çünkü Görüşmecilik görevi Cumhurbaşkanındır. Halbuki seçim, Meclis seçimi idi ve birinci parti olarak çıksanız dahi Talat ancak BB olurdu. Bu nedenle sloganımıza, siyaseti ve dünya ile bölge gelişmelerini okuyamayanlar inandırıcı bulmuyordu.
O seçimde Meclis aritmetiği 25’e 25 çıkmıştı. Yani Federal Çözümü savunan CTP ile BDH’nın milletvekili sayısı 25, Birleşik Federal Kıbrıs’a karşı olan UBP ve DP’nin milletvekili toplamı da 25 idi.
Yani 50 kişilik Mecliste hükümet kurma görevini hiç bir taraf alamıyordu. Dolayısıyla secimden 1. parti olarak çıkan CTP, hükümet kurma görevini aldı. Çok zor bir süreçti. Hükümet kurma görevini alan CTP Genel Başkanı Talat’la, MYK ve PM temelinde yapılan görüşmelerden sonra, UBP ile o bahsettiğim ilkeler temelinde hükümet kurma görüşmesini reddetmedik. Onlara o teklifi yaptık. Onlar bize kamuoyu önünde yaptıkları açıklamayla 25 soru sorarak, cevaplarımızı bildirmemizi ve ona göre karar vereceklerini ifade ettiler. Tüm halk, hatta kendi destekçileri dahi bunu ciddiye almadı.
Bunun üzerine DP ve BDH ile üçlü bir hükümet kurabilir miyiz arayışı yaptık. Bunun olanaksız olduğunu gördük. Zaman kaybetmemek için DP ile görüşmelere başladık. Toplumun ortak çıkarları için görüşmelerde, Annan Planı’nın zemin kabul edilmesi. Varılacak uzlaşının eşzamanlı referanduma sunulması ve BM Genel Sekreterinin uzlaşılamayan noktaları doldurması prensibini kabul ettiğimizi, ayrıca en erken zamanda Referandum Yasası’nın yasallaştırmayı hedefleyen programla CTP-DP Hükümetini, Başbakan Talat ve Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş temelinde kurduk. Meclisten güvenoyu alındı.
Güvenoyu alındıktan sonra Başbakan Talat, Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş’la birlikte New York’a gitti. Orada Türkiye’nin de desteğiyle görüşmeler yapıldı. Çok zor bir dönemdi. Darbe söylemleri ve niyetleri arşı alaya çıkmıştı. Sonuçta Türkiye hükümetinin ve Dışişleri Bakanlığının da desteğiyle BM’ye bu ilkeler temelinde görüşmelere hazır olduğumuz deklere edildi.
O günler gerek Kıbrıs’ta, gerekse Türkiye’de darbe beklentisinin dorukta olduğu günlerdi. Sonuçta o dönemki AKP Hükümeti ve Türkiye’nin AB üyelik süreci içinde demokratikleşmesi ümidini savunan, sivil demokratik güçlerinin destek ve katkılarıyla süreç olumlu olarak başladı. Geri gelindikten sonra görüşme süreci için gün sayılmaya başlandı. Olayını ne kadar hızlı geliştiğini ifade etmek için CTP-DP Hükümetinin kurulması ve bu süreçlerin gelişmesiyle referandumun 24 Nisan 2004’’te gerçekleştiğini hatırlatmak isterim.
Talat, bizzat Denktaş’ın ona vekalet vermesiyle görüşmeci oldu. Çünkü Denktaş, “Aralık 2003 seçimlerinde halk bu fikirleri savunanları seçti, ben buna inanmam, dolayısıyla Talat görüşmeci olmalıdır” dedi.
Kuşkusuz gerek Türkiye gerekse Kıbrıs’ta bu halk iradesine karşın “zinde güçlerin” müdahalesine bel bağlayanların, bekledikleri dağlara kar düşmemesiyle de halk iradesi etkin oldu.
Özellikle o dönemde Yunanistan’da görevde olan Başbakan Sayın Simitis ile Dışişleri Bakanı Sayın Yorgo Papandreu’nun, Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak bakıp desteklemeleri ve Kıbrıs’ta Federal Çözümü desteklemeleri de bu gelişmelerin ilerlemesine katkı sağladı. Ancak en acısı Güney Kıbrıs’ta Federal Çözüme inanmayan Sayın Papadopulos’un iş başına geçmesi idi. Bunun kötü etkisini, 24 Nisan Referandumu’nda “Hayır” oyu ile yaşadık.
Görüşmeler Talat’ın görüşmeci olması ve Serdar Denktaş’ın da katılımıyla başladı. Bu süreçte soldan “Denktaş bir idi iki yaptılar” diyen eleştiri diyemeyeceğim saldırılar, sağdan, “vatanı satıyorlar” saldırılarını CTP tek başına göğüsledi.
Bürgenstock’ta görüşmeleri…
Bu süreçte en büyük destekçimiz halkımız idi. Çünkü 2002 den itibaren Annan Planı’nın neyi içerdiğiyle ilgili toplantılar, açık tartışmalar, broşür ve planın bizzat kendisini tüm halka dağıtmış; köy köy, mahalle mahalle, işyeri işyeri bu bilgiler halkla paylaşılmıştı. En geniş kitleler konuyla ilgili bilgi sahibi idi. Dolayısıyla görüşme sürecini sabote etme girişimleri başarısızlığa uğruyordu. En açık anlamıyla tarihimizin sorgulandığı, pek çok yanlış önyargının ve tarihi bilginin aydınlandığı bir dönemdi. Kısacası halk içinde tam bir aydınlanma yaşanıyordu. Kararlılık dorukta idi.
Bu nedenle Bürgenstock’ta görüşmeler devam ederken, içte de bu çalışmalar, parti çerçevesinde devam devam ediyordu. Halk inisiyatifi dorukta idi. Bu dönem içinde 2002 den beri egemen güçlerin ret ettiği Referandum Yasası Meclisten geçti. Ayrıca referanduma sunmak için Mecliste engellemelere karşın, Kıbrıs Türk Devleti Anayasası da hazırlandı.
Sonuçta Bürgenstock da görüşmeler sonuçlandı. Referanduma sunulacak plan ve Birleşik Federal Kıbrıs’ın Anayasası, Kuruluş Antlaşması ve diğer tüm unsurları bitti. Bunları Talat’ın geri dönüşüyle birlikte basarak önce tüm parti örgütlerinde, kadrolarımız, partilerimiz ve halkımızla paylaştık. Yüzlerce toplantı düzenlendi. En sonunda CTP Kurultayını topladı. Kurultay Annan Planı’na oybirliğiyle “Evet” deme kararı verdi. Arkasından referandum kampanyasına, kadro ve üyelerimizin tam bilgisiyle girdik. Yoğun ve sert bir kampanya sürdürdük. Ancak şunu da belirtmeliyim bir birinden çok farklı iki tezin savunulduğu toplumumuzda, tarihimizin gördüğü en kitlesel ve coşkulu eylemlere, kitle hareketlerine ve yapılan tüm tahriklere, provokasyonlara karşın, tek bir cam kırılmadı, kimsenin burnu dahi kanamadı. Yani demokratik bir olgunluk ve sivil toplumun disiplini hakim oldu.
Sonuçta 24 Nisan Referandumunda % 65 gibi ezici bir çoğunlukla “Evet” oyu çıktı. Ancak Güneyde maalesef “Hayır” kararı çıktı.
O gece iki şey Kuzeyde gerçekleşti. Birincisi Güneyde “Hayır” oyu çıkması üzerine Denktaş’ın TV’lere çıkarak “Allah Rumlardan razı olsun” demesi üzerine çözüm için canını dişine takarak bu sonucu çıkartan Kıbrıs Türk toplumunun kendi “Evet” iradesine sevinemeden, Güneyin “Hayır” oyu ile şaşkınlık içinde olduğu o anda, Denktaş’ın bu söylemiyle halk kitlelerinde öfke patlamasına yol açtı. Onbinlerce insan, kendiliğinden öfke seli gibi Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı basmaya gitti. İlginçtir, Sarayın muhafızları polis, ortalıkta yoktu. Parti bunun bir tahrik ve provokasyona yol açacak bir davranış olduğunu anında saptadı. Yüzlerce parti kadrosu çağrı üzerine Sarayın etrafını çevirdi. Öfkeli kalabalıkların önüne geçti. Sonra insanlar, bunun büyük oyunun parçası olduğunu kavradılar.
O akşam olan ikinci gelişme ise, “Evet” oyu çıkmasıyla koalisyon ortağı olan DP’nin iki milletvekili partisinden istifa etti. Böylece CTP-DP Hükümeti Meclis çoğunluğunu kaybetti. Yani referandum sonrası aynı gece hükümet düşürüldü.
Bu süreçte geçmişe dönük baktığımda, en büyük yanlışlığın tüm dikkatimizi Kuzeye odaklamamız olduğuna inanırım. Yani Güneydeki gelişmeleri, oranın sol güçlerine bırakma güvenine saplanmamız hata idi. Onların da etkin bir şekilde olaya dahil olmaları için gerekeni önceden olgunlaştırmalı idik. Bunu daha sonra da doğru dürüst değerlendiremedik. Özellikle Güneyde “Hayır” oyu vermeye karar veren sol güçlerin, bu “Hayır” kararlarını, “Evet’i gelecekte çimentolaştırmak için Hayır diyoruz” gerekçesine baktığımda aradan geçen 16 yıldan sonra, barış ve çözüm için ne çimentolaşması, kerpiç dahi kesemediğimizi görüyorum.
Ancak soruya geri dönersek, 24 Nisan Referandum gecesi hükümet de düştü. Böylece ne anlaşma ihtimali kaldı, ne de hükümet. Üstelik artık Mecliste çoğunluğu da kaydettiğimiz için bütçeyi de geçiremez hale düştük. Böylece erkte, ama iktidar gücünü Meclis çoğunluğundan yoksun kullanamaz hale girdik.
Yani, referandumu kazandık, ama Güneydeki “Hayır” nedeniyle çözümü kazanamadık. Ayrıca Meclisteki çoğunluğu da yitirdik. Ama yaşam devam ediyor ve insanlar bizden hizmet bekliyor. Bu nedenle o aşamadan sonra, “şimdi ne yapacağız” arayışına girdik.
Bütçesiz, memleketi Meclis çoğunluğu olmadan yönetmeye başladık. Hükümet düştükten sonra yeni hükümet kurma çalışmaları başladı. Hiçbir parti ile Meclis çoğunluğuna dayalı bir hükümet kurma sonucuna ulaşamadık. İki kez erken seçim önerisini Meclise götürdük. Ama oy çokluğu sağlanamadı. Bunun üzerine Anayasal zorunluluk nedeniyle erken seçime gidildi. Çünkü Anayasa hükümet düştükten sonra, yeni denemeler ve görevlendirmeler sonrasında 6 ay içinde yeni hükümet kurulamazsa, Yüksek Seçim Kurulu’nun, yani Yüksek Mahkeme’nin erken seçim ilan etmesini ongörür. Bu gerçekleşti. 20 Şubat 2005’’te gerçekleşen erken seçimlerde, CTPBG % 44,19 oy alarak 23 milletvekiliyle seçimleri kazandı. Aralık 2003 seçimlerinde % 34 oy alan parti için bu büyük bir sıçrama idi. Fakat % 44 oya karşın, seçim sisteminin cilvesi nedeniyle tek başına hükümet olma başarısına ulaşamadık. Bunun üzerine yine Talat’ın Başbakanlığında CTP-DP koalisyon hükümeti kuruldu.
Ancak Anayasal takvime göre Mart 2005’te Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılma zorunluluğu vardı. Dolayısıyla hükümet kurulur kurulmaz Cumhurbaşkanlığı seçim süreci başladı. Ne bütçe gündeme geldi, ne de ciddi bir ekonomik program. Derhal CB seçimlere hazırlık gelişti. O aşamada referandum sonrası bu ikinci seçimdi. Önemli bir oranla ilk turda Talat Cumhurbaşkanı seçimini kazandı. Seçim sonuçlarının kesinleşmesinden ve yemin töreninden sonra Talat Başbakanlıktan ve parti başkanlığından ayrıldı. 2005’’te Cumhurbaşkanı olarak Talat, bana yeni hükümeti kurma görevi verdi. Bu hükümeti DP ile kurduk.
Güvenoyu aldıktan sonra ilk işimiz 2003 Bütçesi’ni, bütçe yokluğu nedeniyle onun 12’de birini uygulamak zorunda kaldığımız 2004 ve 2005 bütçelerini hazırlamak ve Meclisten geçirmek oldu. Daha sonra ekonomik büyütmeyi hedefe koyduk. Düşünün ki 2004 başında hükümeti devraldığımızda Kişi Başına Düşen Milli Gelir 4000 dolardı. Hükümeti devrettiğimiz 2009’da ise Kişi Başına Düşen Milli Gelir 16 bin dolar olmuştu. Devraldığımız 2004’te asgari ücret 400 dolardı. 5 yıl sonra devrettiğimizde hükümet dönemimizde asgari ücret 1000 dolardı. Günümüzde asgari ücret 500 dolar dolayındadır. Olay çok net ortadadır.
Bu arada o 5 yılı içinde kamu kaynaklarının yatırım oranı, GSYİH’nın % 20’si kadar oldu. Ayrıca sivilleşme, demokratikleşme alanında sayısız adım atıldı. Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması, gazetecilerin, düşünürlerin hapse atılması engellendi. Basın Kartı verme yetkisi doğrudan gazeteci örgütlerine, kriterler temelinde verildi. Yargı bağımsızlığı ve askeri mahkemelere sivil yargıç atanması sağlandı. Haklarında uyduruk dava açılan sendikacı ve siyasilerin bu davaları hukuk temelinde ortadan kaldırıldı. Söz, düşünce ve konuşma özgürlüğü, sosyal güvenliğin artması, sağlık ve eğitim alanlarında, altyapıda, enerjide pek çok yeni ve etkili yatırımların yapılması gerçekleşti. İnsanların alım gücü çok arttı, bunun gibi sayısız işi gerçekleştirdik.
Ancak bu arada referandum sonrası Kıbrıs sorununda görüşme sürecini yeniden başlatma çabamız maalesef sonuç veremiyordu. Bu ancak Güneyde Hristofyas’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesiyle 2008 itibariyle yeniden başladı.
Yeşil Hat Tüzüğü ve milliyetçilerin feveranı
- Türk toplumu ve Rum toplumu arasında karşılıklı olarak kişi, mal ve hizmetlerin kara, hava, denizden serbest dolaşımının sağlanması gibi başlıklar ne oldu?
Referandum sonrası iki gelişme olmuştu. Biri, dönemin BM Genel Sekreteri Annan’ın 24 Nisan Referandumu sonrası, BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu rapordu. Raporda “artık Kıbrıslı Türklerin üzerindeki izolasyonun sürmesinin bir anlamı kalmamıştır” diyordu. Ancak rapor BMGK maalesef onaylanmadı. Bu arada, AB, Kıbrıs Türk halkının “Evet” kararını kutladı. Ancak çözüm olmadığı için Kıbrıs Türk halkına dönük olarak üç önemli Tüzük ilan etti: Bunlar Yeşil Hat Tüzüğü, Mali Yardım Tüzüğü ve Direkt Ticaret Tüzüğü idi.
Yeşil Hat Tüzüğü, yalnızca insan ve mal geçişlerini düzenlemiyordu. Aynı şekilde Ercan’dan Kuzeye ve Larnaka dan Güneye giriş yapan AB yurttaşlarıyla geçerli bir seyahat belgesi olan 3. ülke vatandaşlarının sınırlardan serbest geçişlerini sağlıyordu. Bu çok önemliydi. Bunu hemen kabul ettik. Bugün on binlerce Kıbrıslı Rum Kuzeye geçip alış veriş yapıyor. Binlerce turist iki taraf arasında geçebiliyor. Bu izolasyon şartlarında Kuzeyin turizm sektörüne kısmı olarak önemli bir katkı sağlıyor.
Ayrıca hafif sanayi ürünleri Güneye satılıyor.
Ancak, bu Yeşil Hat Tüzüğü’nü niye kabul ettik diye Kuzeyin milliyetçileri yeri göğü inlemişlerdi. Bugün ise bunun kıymetini biliyorlar, üstelik bundan ekonomik olarak herkes gibi onlar da yararlanıyor.
Bu nedenle Yeşil Hat Tüzüğü’nün etkisinin daha da gelişmesi için, iki taraf arasındaki geçiş noktalarını artırma kararı almıştık. Lokmacı, Bostancı ve Yeşilırmak Sınır Kapılarını açma kararı aldık. Bunun için BM ve Güneyle görüşmeler başladı. Bu adımlarımızı Türkiye’nin sivil hükümeti destekledi.
Ancak askeri çevreler inanılmaz engeller çıkartmaya başladı. Fakat en fazla dikkatimi çeken sağduyu sahibi subayların pozitif tutumu idi. Kuzeyin dar milliyetçileri, Genelkurmayı da tahrik ederek bu adımları engelleme çabası içine girdiler. Çok büyük gerginlikler yaşadık. Fakat sonuçta Lokmacı, Bostancı ve Yeşilırmak Sınır kapıları açıldı. Bunlara daha sonra Derinya ve Aplic Kapıları da eklendi. Böylece Lidra Palas, Metehan (Kermiya) 2,5 mil ve Beyarmudu Kapıları eklendi ve geçiş noktaları arttı. Böylece iki taraf arasında son derece önemli bir temas gelişti.
Fakat Mali Yardım Tüzüğü ile Direkt Ticaret Tüzüğü konularında sorunlar oluştu. Direkt Ticaret Tüzüğü özellikle Güneyin çözüm olmadan AB üyesi olması nedeniyle en büyük darbeyi yedi. Bunlar bizim tümünü ret edeceğimiz düşüncesiyle Direkt Ticaret Tüzüğü’nün, Mali Yardım Tüzüğü’nden ayrılmasını ve askıya alınmasını sağladılar.
Bu konuda Türkiye ile farklı bir değerlendirme durumuna girdik. Türkiye, “madem ayırdılar, öyle ise Mali Yardım Tüzüğü’nü de reddedelim” değerlendirmesini yaptı. Biz katılmadık. Günlerce konuştuk tartıştık. Sonuçta Mali Yardım Tüzüğü’nü bazı şartlarla kabul etmeye karar verdik.
Bu şartlar ise şunlardı: AB Kuzeyde Ofis açacak. Projeler Kıbrıs Türk tarafının önerileriyle şekillenecek. Projelere sağlanacak kaynak, Bürüksel’den gelecek. Bunu özellikle Türkiye ile tartışırken, bu tüzüğü AB ile doğrudan teması sağlamak için kabul etmemiz gerektiğini savunuyorduk. Sonuçta bu ortak karar oluştu. AB ile görüşüldü. Bunlar kabul edildi. Bugün Kuzeyde Lefkoşa’da AB Ofisi var. Pek çok alanda AB destekli projeler gerçekleşiyor. Güzel işler oluyor.
Bu temelde AB ile Uyum Görüşmeleri de yaptık. Uyum Programı oluştu. Bunu yaşama geçirmek için inanılmaz bir efor başladı. Ancak 2009 seçimlerinden başarısız çıkıp seçimi kaybettikten ve 2010’da Talat da seçimi kaybettikten sonra UBP zihniyeti bu adımları yavaşlattı. Özellikle Türkiye’nin de AB ile ilişkilerinin maalesef darbe yemesiyle fırsatı ganimet bilen Kuzeyin bağnazları, zaten olayı dört gözle bekleyen Güneyin bağnazlarının ekmeğine yağ sürdü.
- Adada statükonun sürdürülebilir olmadığı sık dillendirilir. Kalıcı çözüm tartışılır…
CTP adaylığı Kıbrıs sorununa kalıcı, karşılıklı kabul edilebilir bir çözümü BM Parametrelerinde yani Federal temelde ele almayı odak noktasına almaktadır. Bunun için Federal Çözüm hedefi için 2004’te ve 2017’de Kıbrıs Türk tarafının ve Türkiye’nin istekli ve yapıcı tutumuna karşın, Güneyin bağnaz çevrelerinin reddiyle gerçekleşmeyen çözüm olgusunu, evrensel ve yerel zeminde yeniden ele almak temeline dayanmaktadır.
Düşünün ki BM Genel Sekreteri Guterres’in katıldığı en son Berlin Zirvesi’nden sonra tarafların ilan ettiği yeni süreç, 5’li konferansla başlayacak. Yani Kıbrıs’ın iki toplumu ve Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin katılımı ile. Demek ki Kıbrıs sorununa Federal Çözüm arzulayan Kıbrıs Türk liderliği, yalnız kendi toplumuna değil, Kıbrıs Rum toplumuna, ama aynı zamanda Türkiye ve Yunanistan kamu oyunu da hesaba katmalı ve tümünün ortak değerlerde buluşması için teşvik edici olmalıdır.
‘Doğu Akdeniz’de, Ege’de şovenizme karşı itiraz güçlenmeli’
- Doğu Akdeniz doğalgaz denklemi ısındı. Sadece bölge devletleri dahil olmadı, ABD, Rusya gibi küresel güçler de müdahil oldu. Seçimler var. 26 Nisan 2020’de cumhurbaşkanlığı seçiminde CTP Başkanı Tufan Erhürman’nın Cumhurbaşkanı adaylığı hangi parametreler üzerinden gidiyor?
Sayın Erhürman’ın adaylığı bir yandan Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de meydana gelen gerilimler ve çatışma ortamı. Bunun bölgemizde, Kıbrıs’ın Güney ve Kuzeyinde ve Türkiye ile Yunanistan’da yükselen dar milliyetçi tetiklemesi, bölgemizde, Doğu Akdeniz’de ve Ege Denizi’nde gerilimi artırdı. Bu nedenle barış ve huzura katkı sağlamak ve Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan halkları arasında işbirliği ve dostluğu, çatışma kültürüne karşın savunmak gerekir. Özellikle Doğu Akdeniz’deki gaz potansiyelinin, bu üç ülkenin halklarına dönük aşırı milliyetçilerin dar çıkarlar için şovenizmi gazlama potansiyeli olarak değerlendirilmesine itirazı güçlü şekilde ele almak gerekir. Adaylık bu zemine dayanmaktadır.
Erhürman, her şeyden evvel, evet, önce kendi toplumunun en geniş kesimlerini ve aynı zamanda da Türkiye kamuoyunu, ortak barışçı değerlerde etkileyecek parametrelere, söylem ve siyasetlere önem vermelidir. Adaylığı bunu sağlayacak temele dayanmaktadır. Çatışma yerine ortak değerleri besleme her yönüyle zemini oluşturmaktadır. Çünkü bu ortak payda oluşursa, o zaman Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan kamuoyu ile de ortak noktaların gelişmesi kanalları oluşur.
Ancak bundan ayrı olarak Erhürman, aynı zamanda, Kıbrıs Türk toplumunun kendi ayakları üzerinde durması, bunun için ekonomik ve demokratik yanını güçlendirmesi hedefiyle de bunu birleştirmektedir. Bunun için elbette Türkiye’nin desteğine önem ve değer veriyor. Ama aynı zamanda bu ilişkinin bir bağımlılık ilişkisinden çıkması, ilişkinin “alan-veren” temelinden çıkıp “buyuran, uyan” niteliği taşımayan, saygı ve ortak değerlerde gelişmesi siyasetini de içeren bir zemine dayanmaktadır. Bunun için üretken ve kendine yeten bir zemine sahip olunmasını da savunmaktadır. Aynı zamanda eğer bizden kaynaklanmayan nedenlerle, tıpkı 2004 ve 2017’de olduğu gibi Kıbrıs sorunu çözülmezse, o zamanda Kıbrıs Türk toplumunun üzerindeki izolasyonların kaldırılması konusunu da aynı düzlemde ele alma parametrelerini de içermektedir.
Günümüzde Yeşil Hat Tüzüğü ve Mali Yardım Tüzüğü bu zor şartlarda, Kıbrıs Türk halkına pozitif katkı sağlamaya devam ediyor. Ancak bunların genişletilmesi için maalesef adımlar atılmıyor. Tufan Erhüman’ın seçilmesi halinde bu konuda yeniden devinim gelişeceğine inanıyorum.
Unutulmaması gerekir ki Doğu Akdeniz sorunu, Türkiye’yi dışlayarak çözülemez. Ama Kıbrıs sorunu Kıbrıs Türk halkının dışında, onun etkin varlığı ve katılımı olmadan da çözülemez. Özellikle, Güneyde ve Türkiye’de, Kıbrıslı Türkleri yok sayarak sorunu ele almak isteyenler bunu gözardı edemez.
Evet Doğu Akdeniz, Türkiye’yi dışlayarak huzura kavuşamaz. Ama Kıbrıs sorunu da Kıbrıslı Türklerin iradesi ve etkin katılımı olmadan da bitmez. Erhürman’ın adaylığı bu gerçeklerin yansımasıdır.
Röportajın birinci bölümü: