İnsanın da en temel ve öncelikli ihtiyacı kendisi ve ailesinin yaşamını güvenceli bir ortamda sürdürebilmesidir. Yaşam güvencesi iki biçimde sağlanır. Bunlardan biri can ve mal güvenliğinin kaynağı olan “sivil güvence” diğeri ise kişinin temel ihtiyaçlarını karşılamasının ve yaşamını sürdürebilmesinin kaynağı olan “sosyal güvence”dir. Her iki güvence türünün gerçekleşebilmesi için de temel hak ve özgürlükleri teminat altına alan bir “hukuk devleti”nin varlığı gerekir.
Kapitalist toplumlarda sosyal güvence elde edebilmek için mülk sahibi (üretim araçlarının mülkiyetini de kapsar) olmak gerekir. Mülk sahibi olamayanların yaşamlarını sürdürebilmesi için emek gücünü -yaşamı idame ettirmeye yeterli olabilecek bir ücret karşılığında- satabilmesi gerekir. Burjuva hukuk düzeninin kurulduğu 18. yüzyıl sonlarından itibaren mülkiyet, devlet tarafından güvence altına alınırken -yaşamını güvenceye alacak kadar- mülkiyete sahip olmayan, emek gücünü satarak yaşamını sürdürmeye çalışan kesimler için herhangi bir güvence mekanizması oluşturulmamıştır. Aksine, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde alınıp satılabilir bir “meta” haline getirilen emek gücü, kapitalist sistemin özünü oluşturan sermaye birikiminin kaynağı olarak görülmüştür. Kapitalist düzende içine düştükleri yoksulluk ve sefaletten kurtulabilmek için bir araya gelerek insanca çalışma ve yaşam hakkı, siyasal ve ekonomik eşitlik gibi taleplerde bulunan emekçiler, mülkiyeti korumakla görevli burjuva/liberal devlet tarafından baskı altında tutulmuş, örgütlenmeleri ve siyaset yapmaları engellenmiştir. Tüm baskılara rağmen emekçilerin 19. yüzyıl boyunca, sınıf olma bilinciyle yürüttüğü mücadeleler, burjuvaziyi bir takım tavizler vermeye zorlamış; bu tavizler, işçi sınıfına sosyal güvence sağlayan haklar halini almıştır.
AKP, 21 yıllık iktidarı boyunca işçi sınıfının sosyal güvencesi olan hakları ortadan kaldırmayı hedefleyen neoliberal politikaların sadık uygulayıcısı olmuştur. Otokratik rejiminin kurumsallaştığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte emekçi kesimleri örgütsüzleştirip güvencesizleştirmeye yönelik baskılar daha da artmıştır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un hazırladığı hak ihlalleri raporlarında Türkiye’nin sekiz yıldır “dünyada hak ihlallerinin en fazla, çalışma koşullarının en kötü olduğu” 10 ülke arasında yer alması, bu baskıların boyutunu göstermektedir.
AKP/Saray iktidarı bir taraftan emekçiler üzerinde baskıları yoğunlaştırırken diğer taraftan mevcut sosyal güvenlik sistemini işlevsiz hale getirerek özelleştirmek ve sosyal güvenlik hakkını ortadan kaldırmak istemektedir. İktidarın bu amaçla yürüttüğü politikaların menşei diktatör Pinoche dönemine aittir. Pinoche darbesinin etkisindeki Şili’de 1980’de gerçekleştirilen “emeklilik reformu” ile sosyal güvenlik sistemi özelleştirilmiştir. Sosyal güvenliğin özelleştirilmesi iki ayak üzerinde yürümüştür. Bunlardan biri işverenler tarafından ödenen sosyal güvenlik katkısının ortadan kaldırılması diğeri ise emeklilik birikimlerinin kâr amaçlı özel işletmelerin yönettiği fonlara devredilmesidir.
Geçtiğimiz günlerde açıklanan Orta Vadeli Program (OVP)’de daha önce zorunlu hale getirilen Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’in yaygınlaşması, Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’yle “tamamlayıcı emeklilik sistemi”nin kurulması ve “Tamamlayıcı Uzun Süreli Bakım Sigortası” gibi hedefler, önümüzdeki dönemde sosyal güvenlik sistemini özelleştirme çabalarının yoğunlaşacağını göstermektedir. Emeklilik aylıklarının açlık sınırının yarısı seviyesine kadar düşürülerek, yaşamı südürebilecek bir gelir olmaktan çıkarılması da bu çerçevede, kamusal sosyal güvenlik sisteminden umudu kesen emekçilerin -daha önceki özelleştirme örneklerinde olduğu gibi- özelleştirmeyi desteklemesini ya da en azından özelleştirmeye karşı direnç göstermemesini sağlamak olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin “Şili/Pinoche Modeli”ne uygun olarak özelleştirilmesinde diğer bir önemli adım, işsizliği önleme bahanesiyle istihdam üzerindeki yüklerin kaldırılmasına yönelik uygulamalardır. İşverenlerin çalıştırdıkları işçiler için ödemesi gereken SGK primi işveren payı, yıllardır “işsizlikle mücadele” adı altında getirilen programlarla (teşvik ya da destek görüntüsünde) tamamen veya kısmen ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu konuda son örnek, Resmi Gazete’nin 2 Ekim tarihli sayısında yayımlanan Temmuz ayı yatırım teşvik belgeleri listesidir. Hangi kriterle seçildiğini bilmediğimiz(!) -sadece Temmuz ayı için- 1195 şirkete yüzde 90’a varan vergi indirimi, KDV istisnası, faiz desteği, gümrük vergisi muafiyeti, gelir vergisi stopajı desteği vb yanı sıra işverenlerin sigorta prim payı da 10 yıla varan sürelerle destek/teşvik kapsamına alınmıştır (Halkı ağır vergiler altında ezen, okullarda öğrencilere bir öğün yemeği fazla gören iktidarın şirketlere teşvik adı altında milyarlarca lira aktarması başka bir yazının konusu olabilir.).
AKP/Saray iktidarı, kurduğu otokratik düzen içinde adım adım yaşama geçirmeye çalıştığı Pinoche’nin “emeklilik reformu” neoliberal politikalar kapsamında Şili’nin ardından, Latin Amerika ülkelerinde ve diğer birçok ülkede uygulandı. Emekçilerin gelecek güvencesi olan birikimlerini sermayeye yeni kâr alanı haline getiren bu uygulamalarla şirketler sermayelerini büyütürken, piyasada “oyuncağa” dönüşen emeklilik fonları, sahte bilançolar ya da iflaslarla batmış ve pek çok ülkede sosyal güvenlik sistemi çöktü.
İnsanın en temel ihtiyacı olan “sosyal güvenlik hakkı”nı ortadan kaldırdığı 40 yıldır bilinen bir modelin dayatılması karşısında -baskılar ne kadar yoğun olursa olsun- sessiz kalınması kabul edilemez. AKP/Saray otokrasisinin, Türkiye’de en ağır darbe koşullarında bile yaşama geçirilemeyen Şili/Pinoche modelini uygulayarak “sosyal güvenlik hakkını ortadan kaldırması”nı engelleyebilmek; temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı demokratik bir toplumun inşası için “sınıf perspektifiyle yürütülecek mücadele”ye bağlıdır.