Bütün bu yaşanılanlar iddia edildiği gibi alnımıza yazılan kader değildir. Bütün bu felaketlerin nedeni yaşamımızı örgütleyememek, taleplerimizi ortaklaştıramamak ve güçlerimizi birleştirememektir.
Yaşanan olaya bakmak ve ona göre pozisyon almak yerine, yaşanan olayın aktörlerine, bu aktörlerin hangi siyasal eğilimden olduğuna göre pozisyon alıyor herkes. Eğer Kürtsen, Kürt siyasetine yakınsan başına gelen her şey mubah görülüyor ve bu yaklaşım ülkeyi adım adım daha koyu bir karanlığa götürüyor.
Adalet isteyen bir anne misin? Kürt anasıysan sorun yok! İş yerinde haksızlığa uğrayan, emeği sömürülen, hakları gasp edilen bir Kürt emekçisiysen yine sorun yok. Panzerin altında kalmış küçük bir çocuk musun? Kürdün yavrusuysan kimsenin gözü görmez. Sokağın ortasında mermilere hedef olan bir Kürt müsün? Ne medyada ne de çoğunluğun vicdanında yerin yok. Sokağın ortasında katledilen, tacize/tecavüze uğrayan Kürt bir kadın mısın? Faili aklayacak koca bir ordu sosyal medyada belirir ve kahramanlaştırır onu. Yakılan dağlar, yaylalar, kesilen ve TIR’larla çalınan ağaçlar, barajlarla tahrip edilen tarihi kentler, doğal güzellikler, ve kimyasal silah kullanılan alanlar Kürt coğrafyasındaysa anında herkes üç maymunu oynuyor. Deprem mi oldu, yüzlerce kişi enkazın altında mı kaldı ve burası Kürtlerin yaşadığı bir kent mi? Yine sorun yok, derin bir sessizlik kaplar yeri ve göğü. Kürdün gözyaşına kör, ağıdına sağır, hakkına, hukukuna dilsiz bir toplum yaratıldı el birliğiyle.
Bu katıksız bir vicdan çağrısı da değil, yanlış anlaşılmasın. Zira bu meselelere vicdani ve insani bakmak önemli olsa da, tek başına yeterli değil.
İnsan hafızası nankördür, işine gelmeyeni unutmaya meyyaldir. Fakat tarih ne affeder, ne de unutur. Yaptıklarımızı, söylediklerimizi not eder derinliklerine ve hiç ummadığımız bir anda karşımıza çıkarıverir. Tıpkı Ahmet Kaya’ya yapılan linç gibi, tıpkı Madımak’ta çirkin yüzünü gösteren faşizan vahşet gibi… “Orada değildim, haberim yoktu, gençtim, pişmanım” ne dersen de nafile. Tarih bir karabasan gibi çöker üstümüze bütün ağırlığıyla.
Talebimiz demokrasiyse, özgürlükse, barışsa, Kürtsüz, kadınsız, işçisiz ve gençsiz bunlara sahip olmak mümkün değil. Demokrasiyi iktidarın ve yandaşlarının ağızlarında sakız ettiği fakat hiçbir gereğini yerine getirmediği bir aparat olmaktan çıkarmalıyız. Dolayısıyla gerçek bir demokrasi arayışında olan her kesim, şayet beyanlarında samimilerse, farklılıklarını bir kenara bırakıp, asgari ölçekte yan yana durmayı öğrenmeli ve bunu ilmek ilmek örmeliler. Aksi hem bireyler, hem partiler, hem de bütün toplum için felakettir.
Demokrat, eşitlikçi ve özgürlükçü olmak, kendine dokunmayan yılan bin yıl yaşasın anlayışı değildir. Mevcut karanlık bir ateş topuna dönmüş ve hepimizin üstüne büyüyerek geliyor. Artık “ateş düştüğü yeri yakar” anlayışından, “bu ateş hepimizi yakar” anlayışına geçmek zorundayız. Hiçbirimizin bir diğerini bahane ederek kendini geri çekme lüksü kalmadı. Deniz tükendi ve gemimiz bir kayaya çarpmak üzere. Emekçiler olarak bütün muhalif hareketlerden beklentimiz budur. Fakat özelde kendini solda gören parti ve hareketler bütün toplumsal katmanlarla bir araya gelip, güçlü bir demokrasi cephesi örgütlemenin olanaklarını geç olmadan bulmalıdır. Mevcut güç birlikleri çok kıymetli ve umut verici olmakla beraber, safların daha da genişlemesi daimi hedef olmalıdır.
Bu anlamda sokakta katledilen bir kadın da, inşaattan düşüp hayatını kaybeden bir işçi de, fabrikada kendini makinaya kaptıran emekçi de, göçük altında kalan madenci de, adalet arayan Cumartesi Anneleri de, Emine Şenyaşar’ın adalet talebi de hepimizin talebidir.
Sorunlarımız ve taleplerimiz ortak, dolayısıyla mücadelemiz ve cevabımız da ortak olmalıdır.
Derinleşen yoksulluk, artan işsizlik, bizi kuşatan karanlık, eşit olamama, iç ve dış barışı sağlayamama vb. sıralanan ve gittikçe katmerleşen sorunlar, hepimizin sorunlarıdır. Çözüm ise hepimizin ortaklaşmasında ve birleşmesindedir.