Zafer Yörük
Elizabeth II 1952 yılında Birleşik Krallık tarihinin altıncı kadın monarkı olarak taç giydiğinde 32 egemen devletin birden kraliçesi unvanına sahipti. 96 yaşında hayata gözlerini yumduğunda ise bu sayı 15’e inmiş ve yetmiş yıl öncesine göre neredeyse törensel bir kabuk niteliğine düşmüş bulunuyor. Aslında bu tanım, bir bütün olarak kraliyet müessesesi için geçerli.
Elizabeth’in uzun saltanat dönemi, Birleşik Krallık’ın küresel gücünde özellikle ABD’nin yükselişine paralel sistematik bir gerileme devri olarak tarihe geçti. Amiyane tabirle, ‘üzerinde güneş batmayan İmparatorluk’tan geriye ‘üzerinde güneş doğmayan bir ada’dan fazlası kalmamış görünüyor. Yine de İngiliz emperyal gücünü hafife almak, 1982’de Arjantin’in Malvinas’da (Falklands) yaptığı askeri hatanın tekrarına yol açacaktır.
Kraliçe, devletin başında olmasına rağmen devlet işlerine fazla bulaşmadan saltanat dönemini tamamlamış görünüyor. Meşruti monarşinin yararlı tarafı bu olsa gerek. Churchill, Wilson, Thatcher ve Blair gibi yakın tarihte büyük dönüşler gerçekleştiren güçlü başbakanların hiçbiriyle anlaşmazlığa düştüğü görülmedi. Kraliyetin sorumluluğundaki törensel görevleri itinayla yerine getirirken ailesiyle birlikte daha çok ‘Daily Mail’ gibi ‘royal paparazzi’ basınının ilgi alanına giren haberlerin konusu oldu. Bunlar arasında en trajik olanı 1997 yılında Prenses Diana’nın Paris’te gerçekleşen bir trafik kazasında ölmesiydi. Suikast emareleri taşıyan bu vakanın arkasında İngiliz ‘derin devleti’ ile birlikte kraliçenin onayı olduğu bir gün ortaya çıkarsa kimse şaşırmayacaktır.
İmparatorluk gözle görülür biçimde küçülürken, İngiliz devletinin küresel gücünün nitelik değiştirdiği söylenebilir. Dünya jandarmalığı rolünün asıl olarak ABD’ye bırakılmış olduğu İngiltere’nin ise bunun yerine uluslararası ölçekte siyasal karar alma süreçlerinde etkili olduğu gözleniyor. Tabi ki bu dönüşüm, Orta Doğu ve özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere dünyanın belli başlı enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmayı sürdürmesi, Londra merkezli finans sermayesinin küresel para piyasalarındaki belirleyici pozisyonunu koruyor olması gibi somut koşullar üzerinde mümkün oluyor. Bunun yanında çok-dilli ve çok-kültürlü imparatorluk geleneğinin avantajlarını kullanarak tahakküm ya da çıplak güç yerine hegemonya yani daha çok nüfuz ve rızayı temel alan ‘yumuşak güç’ stratejilerine başvurduğu gözlenebilir.
Elizabeth’in dünya tarihinde etkili icraatlarından biri olarak 1961’de Gana devlet başkanı Nkrumah ile başkent Akra’da dans etmesi anılır. Bu dans, 2016 tarihli Netflix dizisi The Crown’da Afrika’nın ve Soğuk Savaş’ın kaderini belirleyici bir vaka muamelesi görmüştür. Anlatıya bakılırsa, Nkrumah kraliçenin bu teveccühünden etkilenerek Sovyet rotasından çıkarak ABD ve İngiltere hegemonyası altına girer. Oysa Afrika’nın yakın tarihine bakıldığında Nkrumah’ın Sovyet bağlantısının hiç kesilmediği, bu nedenle de 1966’da CIA’in tezgahladığı bir askeri darbeyle iktidardan düşürüldüğü görülecektir.
Kısacası, Elizabeth tarihi pek değiştirmedi; ama zıt doğrultularda değiştirilmesine herhangi bir itirazda da bulunmadı. Bu nedenle ve tabi gelenek saplantılı İngiliz toplumu ve müesses nizamı sayesinde uzun yıllar boyunca ülkenin başında temsili ve törensel yerini muhafaza etti. Şimdi Kral Charles III saltanatı altında da bu statükoda bir değişim ihtimali görünmüyor. Charles’ın ekolojiye duyarlı olduğu ve yeşil siyasete sempati duyduğu biliniyor ve bu alanda gerek ülke çapında gerekse küresel politikalarda belli bir etkisi olabileceği düşünülüyor.
İngiltere ve 54 Commonwealth ülkesinin hep birlikte on iki günlük yas tutmakta olduğu bu günlerde, dünyanın bütün ilericilerinin ve cumhuriyetçilerinin birinci temennisi, nasıl Elizabeth ‘son imparatoriçe’ olarak tarihte yerini almışsa, ihtiyar prens Charles’ı da tarihin ‘son kralı’ olarak en yakın zamanda sonsuzluk alemine uğurlamaktır.
Liberté, égalité, fraternité!