Özgür Müftüoğlu
Muhalefet partileri ekonomi yönetiminin başarısız olduğunu söyleyedursun, TÜİK’in açıkladığı yüzde 7,6’lık ikinci çeyrek büyüme verisinin ardından TOBB, İstanbul Sanayi Odası, Ankara Ticaret Odası, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) ve MÜSİAD temsilcileri başta olmak üzere, sermaye kesimi ekonomi yönetimine methiyeler düzdü. Bu methiyelerin hükümete yakın sermaye grupları tarafından “yağ çekmek” amacıyla yapıldığını düşünenler yanılırlar. Eminim, TÜSİAD gibi hükümetle mesafeli duran sermaye kesimi de -açık olarak ifade etmiyor olsa da- ekonomi yönetiminin icraatları karşısında avucunu ovuşturmaktadır.
Bunu neye dayanarak mı söylüyorum? Şirketlerin enflasyonun üç dört katına ulaşan kârları bunun için yeterli olsa da TÜİK’in büyüme rakamlarıyla birlikte açıkladığı emek ile sermayenin büyümeden aldığı paya ilişkin veriler, sermayenin avuç ovuşmasının nedenlerini daha net açıklıyor.
TÜİK, Nisan-Mayıs-Haziran aylarını kapsayan Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYH) ikinci çeyrek verilerini açıkladı. Buna göre GSYH 2022 yılı ikinci çeyreğinde yüzde 7,6 artış gösterirken, 2021’de bir önceki yıla göre yüzde 11,4 artmış. Enflasyondan arındırılmamış verilere göre bir önceki yılın aynı dönemine göre GSYH’daki artış oranı yüzde 114,6 olmuş. Aynı dönemde işgücü ödemeleri -emekçilerin aldığı payındaki artış- yüzde 66,4’te kalırken, net işletme artığı -sermayenin aldığı paydaki artış- yüzde 134,7 oranında artmış. Yine TÜİK verilerine göre, 2020’nin ikinci çeyreğinde emekçilerin aldığı pay yüzde 36,8 iken, 2022’nin ikinci çeyreğinde 11.4 puan (yüzde 30,9) gerileyerek yüzde 25,4 olmuş. Aynı dönemde yüzde 42,9 olan sermayenin payı ise 11.1 puanlık (yüzde 25,9) artışla yüzde 54’e yükselmiş.
Bu verilerin ortaya koyduğu tablo şudur: Türkiye’de sınıflar arası güç dengesi emekçiler aleyhine tamamen bozulmuştur. Pandemi, küresel kriz, kötü ekonomi yönetimi vs derken Türkiye’de emek sömürüsü rekor seviyede artmış, gelir dağılımı kötüleşmiş ve toplumun çok geniş kesimini oluşturan emekçiler daha da yoksullaşmıştır. Buna karşılık toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan sermaye sahipleri emekçilerin alınteri üzerinden kârlarını artırmış, servetlerine servet katmıştır. Hal böyle olunca da ekonomi yönetimini -haklı olarak- yere göğe sığdıramamışlardır.
Sömürü oranlarının -ya da kâr oranlarının- böylesine yükselmesi sadece ekonomi yönetiminin marifeti değildir. Hakkını arayan emekçilerin karşısına biber gazıyla, copuyla dikilerek sendikal hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran; böylece Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) Küresel Hak İhlalleri Raporları’nda yıllardır Türkiye’nin çalışanlar için “en kötü on ülke” içine girmesine neden olan devletin baskı aygıtlarını yönetenlerin de bunda önemli payı vardır.
İktidara geldiğinden bugüne sınıfsal tercihinin sermayeden yana olduğunu ifade etmekten imtina etmeyen, icraatlarıyla da bunu gösteren AKP’nin emek sömürüsünü en üst düzeye çıkarmak için
devletin tüm olanaklarını kullanmasının şaşılacak bir tarafı olmadığı gibi ekonomiyi yönetmekte başarısız olduğunu iddia etmek de, son derece anlamsızdır! Bu bağlamda sınıfsal tercihlerini eleştirmeden AKP’nin ekonomi yönetiminde başarısız olduğunu savunan muhalefet partilerinin iktidara geldiklerinde emek sömürüsünü artırmak için daha da gayretkeş olacaklarını öngörmek hiç de zor değildir.
Zaten egemen sınıfın çıkarlarının temsilcisi partilerden, emek sömürüsü gibi sınıflar arası güç ilişkilerinin belirleyici olduğu bir meselede emekçilerden yana bir tavır beklemek abes olur. Zira işçi sınıfının mücadele araçları “sendikalar, sınıf partileri ve onlarla ittifak içinde demokrasi mücadelesi yürüten parti ve diğer örgütler”dir.
Sömürünün ne kadar derinleştiğinin TÜİK verinde bile tespit edildiği koşullarda sınıfsal tercini emekçilerden yana olmayan iktidar partilerini başarısız diye eleştirmenin de muhalefet partilerinden medet ummanın da gereği yoktur. Sömürü koşullarından kurtulmak için önce işçi sınıfının neden bu kadar güçsüz, mecalsiz kaldığını sorgulamak gerekir! Örneğin Türkiye’de 4 milyon 275 bin emekçinin üye olduğu sendikalar (2 milyon 280 bini işçi, 1 milyon 985 bini kamu emekçi sendikalarına üyedir) sömürünün böylesine somutlaştığı bir süreçte ne yapar?
Sırtını iktidara dayamış, üyelerden gelen aidatlarla yöneticileri saltanat süren sendika müsveddesi 1 milyon 256 bin üyeli Türk İş, 1 milyon 55 bin üyeli Memur Sen, 762 bin üyeli Hak İş’in bu sömürü tablosunda hiç mi sorumlulukları yoktur? Tüm işçi sınıfının ama özellikle üyelerinin bu sendikaların kapısına dayanarak bunun hesabını sorması gerekmez mi?
Bu bağlamda Emek ve Özgürlük İttifakı’nın geçtiğimiz hafta yapmış olduğu açıklamada yer alan, “Emek, barış, özgürlük ve demokrasi değerleri temelinde, halkın egemen olduğu bir toplumsal ve siyasal düzeni kurmanın, ezilen ve sömürülen tüm toplum kesimlerinin gücüyle mümkün olduğunu biliyoruz. Herkesi bu anlayış ve çağrı doğrultusunda ortak ve birlikte mücadeleye davet ediyoruz” ifadesi soygun ve sömürü düzenine karşı mücadele için umut vericidir.
Kapitalizmde üretim süreci de bunun yansıması olan toplumsal ilişkiler de sınıflar arası mücadeleyle belirlenir. TÜİK’in son verileriyle somutlaşan bu sömürü düzeninde bu “mücadelenin safları” çok daha netleşmiştir. Mevcut durumu görmezden gelerek ve mücadelenin örgütlemesini ilke edinmeden sınıflar arası güç dengesini emekçiler lehine değiştirebilmek de, sermaye iktidarlarının despotizminden kurtulmak da mümkün değildir!